Özgür'ce düşünce

Neyse: Bakırköy’ün çok iyi müzik yapan çocukları

Kendilerini ilk dinlediğimde 2011’in sonbaharıydı.
Ankara’da ayazda askerlik yapmakta, elektronik aletlerin yasak olması sebebiyle
müzikçalar ve cep telefonu bulunduramadığımız için, sürekli müzik kanalı açıktı
gazinoda. Üç tercih vardı; birincisi Kral TV, ikincisi Power TV, üçüncüsü ise
arabesk müzik çalan, adını sanını bilmediğimiz kanallardı.

Kral TV’de sürekli dönüyordu “Hokkabaz” şarkısı. İlk
dikkatimi çeken sözler: “Birkaç yıllık yorgunluk var ama / Aslında hepsi
bi yana / Çamur ve çirkef bu düzene kalsa / dünyanın çivisi çıkar, içim yanar /
Alemdeki o tek bilene sorsam”

Düzenin ta dibi olan askerliğin içinde “çamur ve
çirkef”i iliklerine kadar hissederken duyduğunuz öfke ve direnci daha
nasıl ifade edebilirdi başka bir şey? Neyse, olanı ne ise olduğu gibi
koyuyordu. Kral TV’de bu sözlerin yer aldığı bir şarkının sürekli dönmesi beni
araştırmaya itti. Tabii nöbetlerden arta kalan ufacık zamanlarda internet
kafeye gidebilirsek o da…

Birkaç ay sonra yeni klibi çıktı Neyse’nin. Bu defa sözler
daha vurucuydu: “Yerim yokmuş bu bahar / Dilim eksik, omuzlarım dar” Şarkının adı “Siyah” idi

O zaman yaşadığınız yarı-tutsaklığı ne anlatabilirdi
başka? Hangi söz içimizdeki özgürlüğün değerini bilmemizi sağlayabilirdi daha
fazla?

Askerde şarkı açıldığında kanal değiştirmeye başlayanla
tartışmalar aldı başını gitti. Benim komünist, tanrıtanımaz olduğumu bildikleri
için korkuyorlardı “sırayı bozmaktan”. Ancak biliyordum ki o sözler
de dokunuyordu hepsine. Kimisine kaybettiği annesini hatırlatıyordu,
soruyorlardı gizliden “yahu şu şarkının adı neydi” diye. Sanki Ahmet Kaya dinlemiyorlar mıydı gizli gizli? Kim
kayıtsız kalabilirdi acıların dillenmesine?

Askerlik bitti, yarı-bağımsız hayatımızı geri kazandık.
Dolayısıyla internette gezinme olanağı arttı. Bu defa Neyse’nin tüm albümünü
dinleme ve geçmişini öğrenme şansım oldu.

Yeşilköylüydüler. Yani bizim topraklardan. Garajlarını
stüdyoya çevirerek başlamışlar bu işlere. Sonunda üretimlerinin karşılığını
“Be the Band” yarışmasında birinci olarak almışlar. Doğuş grubu tüm
olanakları ile “yürü ya Neyse” demiş ardından. Onlar da “legaliteyi istismar” etmekteler.

Devrimciler… Bütün şarkılarında baskılara, sömürüye,
sisteme karşı duruşu koymuşlardı ve grubu oluşturanların geçmişine tek tek
baktığımızda “okumuş çocuklar”dı. “Zayıfın ve ezilenin yanında
olmak gibi de bir duruşumuz” var diyerek aslında durumu açıklıyorlardı.
Yani iyi müzik, iyi bir altyapı, bilinçli bir söz yazımı = Neyse… Sihirli
formül buydu.

Ardından diğer şarkıları dinlemeye başladım. Her şarkıdaki
anlam yüklü sözler vardı, uzunca düşünülerek yazılmış ve düşünmekle birlikte
harekete geçirmeye yarayan sözler. “Aydınlık” ilk şarkıydı: “Beden, mülk, bu
ihanet / Rehber olsun emret, öğret / Bir kurşun askerin elinde / -İçim dışım- /
Kopsun ibret-i alem / Keza eksik ömürlerden kesilmiş -adalet- yetişmez”

Bir devrim için marş yaz, her şarkıdan birer söz alınırdı
bu şarkılardan. Lakin biraz anlayan için bağlantı vardı bazı şarkıların bazı
sözlerinde, sözcüklerin dizilişi belki şarkı içinde bir ahenk yaratıyordu ancak
anlaşılmayı zorlaştırıyordu zaman zaman.

Albümün alternatif çıkış şarkısı olarak düşünülmüş, ancak
hokkabazın tutması ile klibi çok sonralardan çekilen; “Devran”: “o yere
giden herkes perişan / bakarsın döner devran bir zaman”
yaşamı anlatan,
sıcak bir şarkıydı.

Seçim oyunları için yazılmış “Yapma Meydan”: “Bir başka
güneşli hoş pazar sabahı / Görünen köy belliyse bu neyin pusulası”

Artvin’de tutuklanan Soner Torlak’a ithaf edilmiş şarkı sonradan.

Bir Taksim-Gezi şarkısı olabilecek; “Neyin Var”: “Neyin
var. Neyin var / Kaybedecek neyin var / Sesinden başka neyin var”
Komünist
Manifestoyu bestelesek, eminim Karl Marks da bu sözleri seçerdi. Taksim-Gezi
isyanından bahsetmişken, kendileri
isyan akşamı konserlerini iptal etmiştir dinleyicilerini isyana davet ederek.

Albümde bir sıralama yap, en az sevdiğin şarkı hangisidir diye
sorsalar vereceğim cevap; “Kırık”… Lakin albümde tek bir tane kötü şarkı yok,
sadece bu şarkıyı üst üste dinlemeyi tercih etmezdim. Buna rağmen bu şarkıdaki
sözler de son derece özenle dizilmiş: “Düşünemiyorum, Baş edemiyorum / Bir
tek ayna var, o da seninki / Hafızam beyaz, misafir olsam / Sonu masal kadar
yumuşak olsa”

En çok beğendiğim şarkıya gelecektim, ancak burada
birbirinden ayıramadığım iki şarkı bulunmakta. İkisi de bir insanın bir insana
olan bağlılığını belirttiğinden belki de bu beğeni. Çünkü günümüzde güven, en
az bulunan mücevher. Yanılmıyorsam önce “Uzak” geldi kulağıma, ilk onu dinledim:
“Dur, uzak durma / Yeter ki bir sor bana / Hiç yakın sanmam / Bu mesafe
yeter bana”
Vokal Selim arkadaşın şarkıya kattığı yorum da insanın içinde
uyanan duygulara dinleyenin daha fazla katılmasını sağlamakta.

Ve sonra da “Söz”: “Söz ver düşüne yoldaş olayım /
Hüzn-ü halimi aleme sayayım / Söz ver, bu ömür sözünle yaşanmamış olmaz”
bu şarkının bendeki anlamı ve önemi üzerine daha fazla şey yazarım da, bir ara
yazarım. Çünkü “Söz” anlatmaktan çok yaşanması gereken ve güveni
tarif eden bir şarkı…

Son olarak, yeni albümleri geliyor. 5 senedir bekliyoruz heyecanla. Bir defa ah etmedik,
konserlerine gittik. Kayıtların sona erdiği haberleri yayılıyor. Bekleyip
göreceğiz.

Özgür'ce düşünce

Büyümek

Büyüklerim “büyümeye o kadar heveslenme” derlerdi. Ama söz dinletemezdin ki kendine.

Büyümek mi? Oğlum büyük olmak sihirli bir dünya da! Geç yatıyosun, istediğin saat dışarı çıkıyorsun, istediğin saatte geliyorsun, evde istediğin yere istediğini asıyorsun. Büyümek la büyümek, ötesi var mı?

Öyle değilmiş işin aslı. Belki geç yatıyorum ama öğrenciliğimde bile kalkmadığım saatlerde erken kalkıyorum işe gitmek için.

Param var ama yettirmek için artık annem değil, ben düşünüyorum. Belki de öznel özelliğim olan pintilikten sıkıntı çekmiyorum, ama harcayamıyorsun. Pahalılık mıhlıyor seni olduğu yere.

Eve geç geliyorum görece, ama dışarıda olmanın yorgunluğu tüketiyor beni. Yol kaç saat sürer, kaç para harcarız, ya evde bitecek iş var mıydı vs… Ben rahat adamım, böyle sorularla uğraşamam ki. Bir de Türkiye burası, yasalından gayrı yasalına serserisi, mermisi, hatta tacizcisi çoktur. Kaygı, büyümenin diğer adı bu ülkede.

Büyümek, sokağa çıktığında “yine aynı kapı, yine aynı yol, aynı binalar” diye aklından geçirdiğin ve bu kaskatı kesilmiş yaşamın getirdiği huzursuzluğu yaşamaktır.

Bir de aile tarafı var. Babanın evde oynadığı rol artık sende oluyor. Ne kadar değişiktir, bilmiyorum.

Ama büyümek pek de özenilecek bir şey değilmiş. Lakin akan zamana karşı durulmuyor işte.

Çok çabuk büyüdük be hacı.

Neler yapıyorum?

Yirmiyedi

Ünlü yirmiyedi yaş sendromunu bilirsiniz. Jimi Hendrix, Jim Morrison, Janis Joplin, Kurt Cobain gibi rock yıldızları yirmiyedi yaşında çeşitli sebeplerle, kariyerlerinin zirvesinde yaşamlarını yitirmeleri üzerine psikopatolojik nedenlerle bu kişilerin aynı yaşta ölmesini açıklamaya çalışarak “yirmiyedi yaş sendromu” kavramı metafizik tıp ve magazin diline sokulmuştur.

Yirmiyedi yılına tanınmayı, fena sayılmayan paralar kazanmayı, iyi müzik yapmayı sığdırabilen bu kişilerin yaşamdan kopuşu, yirmiyedi yaşa bir anlam yüklüyor doğal olarak. Vücudun çeşitli işlevlerinin 27 yaşında sona ermesinden dolayı bu anlam yüklense (ki böyle bir olgu var mı bilmiyorum, tıp konusunda bilgim yeterli değil) belki kabul edebilirdik. Ancak magazinin dilimize pelesenk ettiği bu kavramın gerçek sebebi, yaşama sevincinin olmamasıdır.

İnsanın doğduğu çevrede, ondan beklenen bazı hedefleri gerçekleştirmesi istenir. Bunlar ilkel toplumda 5 yaşında at binmeyi öğrenmek de olabilir, modern toplumda kariyer hedefleri de… Ancak insanı yaşama sevinciyle dolduracak olan size çevrenizin koyduğu hedefler değildir. Bunları başaramadığınızda size çeşitli yaftalar ile yaklaşılabilir, hele ki antika kökü kuvvetli olan coğrafyamızda yaşıyorsanız. Ve insan kişiliğini kaybeder böyle bir yaşamla. Ya insana düşman olur, ya da kendisine.

İnsanın yaşamı kavramasını ve anlamasını sağlayacak tek şey, yaşamı olduğu gibi kabul etmesi ve yaşamın değişimini herkesin çıkarlarını sağlamak için uğraşmasıdır. Yaşama sevinci, yaşamla dost olmaktan doğar. Eğer yaşama, insana, doğaya karşı olursak, o bizi mutlu etmez, şu anda yaşadığımız gibi yozlaşmış bir yaşam karşımıza çıkar.

“Yirmiyedi yaş sendromu” yaşamı anlamamanın sonucu ortaya çıkmış bir kavram. Nedeni yaşamı kavramamak olan bu kavramın karşısına “yirmiyedi yaş mücadelesi” kavramını koymalıyız. Bence yirmiyedi yaş, tüm gençliğin birikiminde öğrenilenlerin uygulanma zamanı gelen bir yaş. Eğer yirmiyedi yaşındaysanız, yaşamdan vazgeçemezsiniz. Vücut olarak gelişiminiz en üst seviyededir. Tüm bilgisel birikimlerinizin kullanım oranı en üst düzeydedir. Vücudunuzun ritmi yükselebileceği en yüksek seviyededir. Bu sistemin içinde karşılaşılan bir çok sorumluluk, bu yaşta alınmaya başlanır. Bu sorumlulukların sizin yüzünüzde kırışıklar, saçınızda beyazlıklar, beş karış bir surat yaratması beklenir. Ancak siz hepsine inat “ben daha yılmadım” demektir yirmiyedi yaş…

Doksanbeşlik anneannem, “bu yaşıma kadar yaşamdan hiçbir şey anlamadım” diyor, tütün sardığı ve dikiş diktiği koca bir ömre bakarak. Ancak yaşamı sevenler ve onu kavrayabilenler için her geçen yıl yeni bir mücadele, koyulması gereken yeni amaçlar ve olanakların haksızca başkalarının elinde olduğu bir dünyada yeni bir dövüş demektir.

O yüzden, selam olsun pes etmeyenlere. Selam olsun melankoniye, hiççiliğe, depresifliğe yol vermeyenlere. Yaşamdan nefret ettirenlere inat, yaşasın yaşam!

Özgür'ce düşünce

Yalnızlık…

Yalnızlık

Yalnızlık tercih edilendir aslında… Bir kap dolusu yemeği ağzına kadar doldurup sıcak sıcak yersin, hepsi senindir. Üzerine istediğin kadar sos dökersin, tuzunu, karabiberini kendin ayarlarsın. Sonra da kaşığını, çatalını daldırarak yersin sonuna kadar. Afiyet olsun. Ama…

Yemek biter. Ağzına tatlı gelir yemek, tam istediğin gibidir tuzu, baharatı, yağı suyu… Bir süre sonra nasıl ki tatlının kendisi ağızda acıya dönüşmeye başlıyorsa, yalnız başına yediğin o yemek de sana acı gelmeye başlar. Artık yemek sonrasında hissedilen acı tadın organizmada gösterdiği sorunları düşünecek kadar boşsundur. Miden tıka basa doludur. “Dolaptan bir maden suyu alayım da hazmetsin” ya da yalnız başına yürümeye çıkarsın yollarda.

Yalnız insan, sıkıntıyı tercih etmiştir. Yalnızlığa bir çözüm bulamayanlar da vardır elbette, yalnız bırakılanlar da vardır. Yalnızdır ve sıkılıyordur hepsi sonuç olarak. İnsanlarla bir arada durduğu zamanlarda yaşadığı acılardan, mutsuzluklardan, hayal kırıklıklarından hep yalnızlığa doğru kaçmayı, can sıkıntısını tercih eder yalnız insan.

Lakin insan sosyal bir yaratıktır. Kararsız kaldığında, bir konu hakkında fikir almak istediğinde, kafanın içinden geçenleri paylaşmak eğer biri yanında yoksa ilerlemez hayat. Donar kalır o ağzının tadına göre yaptığın yemek. Düşündürür seni ve yaşamdan koparır, yaşadığını unutursun.

Halbuki yaşam, sonbaharda aldığın tatil izninde girdiğin deniz gibidir. Ilıktır, denize alışma süren çok kısa olduğundan, yüzer gidersin açıklara doğru. Yorulunca kadar durmazsın. Böyle bir gidişe benzeyen yaşamda, yalnız kalmak insanın yorgunluğuna bulduğu en kötü çözümdür. Hatta o kadar kötüdür ki, yalnız kalan tüccarların mal biriktirerek ilk ekonomik sömürüyü gerçekleştirdiğine şahittir bu dünya.

İnsan yalnız kalmamalı bu sebeple, yan yana oturmalı arkadaşları ile, eğer çekilemezse dünyası daha fazla mücadele etmeli, daha fazla konuşmalı yanındakilerle, daha fazla sorun çözmeli ve belki de sorun üretmeli bazen de… Hata da yapmalı arada insan, çünkü onun en güzel özelliğidir olguyu kendi hayal gücüne göre yönetmek. Olgunun özünü kavrayana kadar, nasıl doğru davranabilir ki insan? Hayalini nasıl gerçekleştirebilir ki?

Ama yalnız kalmamalı insan. Tercih etmemeli yalnızlığı, hayallerinde yalnızlık olmamalı. Günümüzdeki dünyayı yaratan, hayallerinde yalnızlığı canlandıran milyonların karmaşasıdır. Gerçek kendini dayatır onlara ve işte o zaman “arkadaşların soda ısmarlar sana”.

Değişimin bir parçası da budur aslında.

Yazılarım

Soma işçilerine mektup…

Dostlar,

İstanbul’dan takip ediyoruz yaşananları… Ateş düştüğü yeri yakar der büyüklerimiz. Ancak inanın ki sizin kadar yanıyor yüreklerimiz. Ateşten de öte bizi yakan. Nasıl tarif edilir, bilemiyorum. Ama en az sizin kadar kabul edemiyor insanlar bugün hayatta olmayan insanların hem aramızdan bedence ayrılışını, hem de acı çekerek sonsuz uykuya dalmasını.

Diğer taraftan, tüm ülke sizi izliyor. Haksızlığın bu kadar açık olmasına rağmen, sizin haksızlığı yapanlara karşı tutumunuzu izliyorlar, sizden öğreniyorlar haksızlığın boyutunu. Bu sebeple bu olayın birkaç hafta içinde unutulacağını sakın düşünmeyin. Haksızların sizi telkin etmeye çalışmalarına asla ikna olmayın. Siz hesap sorarsanız, siz yakalarına yapışırsanız, siz susmazsanız, hiç kimse pes etmez. Kanımızla, dişimizle, tırnağımızla, bu haksızlığın mimarlarının cezalandırılması için hep birlikte uğraşacağız ve başaracağız, buna inancımız tamdır. Ne olur, pes etmeyin…

Somalı maden işçileri, yani sizin babanız, kardeşiniz, çocuğunuz, artık hepsi bizim isimsiz kahramanlarımızdır. Bizim haksızlıklara karşı mücadelemizde yaşayacaklardır. Bu duygularla tüm işçi dostlarımızı saygıyla anıyorum. Ailelerine ve yakınlarına, yani siz güzel yürekli insanlara sabır ve mücadele gücü diliyorum.

…bir işsiz…

Ufak not: Mektup göndermek isteyen arkadaşlarımız İstanbul Direniyor sayfasına gönderebilirler.

Özgür'ce düşünce

“Deniz”lerin kardeşleri…

Geçtiğimiz günlerde arkadaşımla muhabbet ediyoruz ziyarette bulunduğum Ankara’da. Konu Gezi direnişine geldi. 18 yaşının altında, politik olarak bilgi sahibi olmayan, genel-geçer söylemleri sahiplenmiş çocukların sokaklara çıktığını söyledi kendisi. Gençliğin “bilimden” önce “davranış” geleneği burada da kendini göstermişti, bana göre de doğru bir tespitti. En azından Ankara’daki durum bu şekildeydi.

Birkaç dakika sonra, sonucuna inanmak istemediğim bir tespit daha yaptı. O gençlere doğru amaçlar gösterilemezse, daha uzun bir süre boyunca sokaklara çıkmayacaklarını, alanlarda olmayacaklarını söyledi. Her ne kadar olanı olduğu gibi ortaya koysak da, insanın gücü yetmeyeceği zaman kendini dilediği duruma göre güdüler ya, bende de böyle bir his oluştu o an. Çünkü olanaklarımız, yapabileceklerimiz belliydi. Onları aşabileceğimiz, geliştirebileceğimiz durumlar dahil belliydi.

Ancak bu dileğimin bir sebebi vardı. O da 6 Mayıs’da gördüğüm tertemiz yüzlü, yalan nedir bilmeyen, gözleri parlayan gençlerdi. Denizlerin, Yusufların, Hüseyinlerin kardeşleriydi. Sabahın bir saatinde, okullarını asıp Karşıyaka mezarlığına gelmişlerdi.

Adları, gözlerinin renkleri, sesleri farklıydı. Ancak dürüstlerdi, acı yerine Denizlerin Samsun’dan Ankara’ya yaptıkları yürüyüşteki gibi inanç vardı. Bir şeylerin yanlış gittiğine dair inanç. Biraz da günümüz gencine özel o garip ifade vardı, biraz kendinden emin, biraz da hayatı umursamayan bir ifadeydi bu.

Bu manzarayı görünce, insan ister istemez soruyor kendisine. O gençlerin gözlerindeki parıltının yok olmaması için ne yapabiliriz daha fazla diye. 22 yaşından sonra altın tabut içinde ölüme terk edilen gençlik mezarlığına girmemeleri için ne yapabilirdik?

“Hele bir yapmamız gerekenleri yapalım” dedim sonra kendi kendime. Belki yalnız kalıyorduk, belki sayımız azdı yapmamız gerekenleri yaparken. Omuzlarımızdaki yükün ağırlığı altında bir dakika “ah” dememeliydik en azından.

Denizlerin kardeşleri geri dönmeliydi bir başka Haziran ayında. Kırılabilirlerdi, üzülebilirlerdi, ara verebilirlerdi. Ama asla gitmemeliler.

Onların gitmemesi için daha fazlasını yapmamız şart.

Özgür'ce düşünce

Yalnızız

Ders almıyoruz arkadaş. Bize doğa tarafından verilen en büyük cezadan ders alamıyoruz. Daha insan ilk ortaya çıktığında, daha bitki olmaktan yeni yeni kurtulurken insanlık, en büyük ceza olarak belirlenmiş yalnız bırakılmak. Bizden daha insan atalarımız, öldürmek yerine ölmekten beter ediyor, yaşamın değerini anlaması için. Ama biz hala ders alamamışız. Kendimize kalın kalın duvarlar örüp, yalanlarla sıvıyoruz üstünü.

Hele yalandan nefret eden insan için daha kötü durum. Yalnızlığını bir an önce ezip geçmek için, kendi kendini avutur. Hele bir kez yalnız bırakılmışsa, nefret ettiği halde “geniş” düşünmek zorunda kalır. Ve o genişçe düşünmenin verdiği alternatifler arasında dolanır durur ve aslında hiç biri onun özü değildir. Bulamadıkça insanlığından kopar insan, en sonunda herhangi biri gibi köşesine çekilir.

Halbuki insana “biz” lazımdır. Şu okuduğunuz bilgisayarın başından kalkıp mahallede eski okul arkadaşlarınla iş çıkışında konuşabilmek vardır, makara yapabilmek vardır. Zamanın değerini bilip, en değerli zamanı bu arkadaşlarla geçirmek vardır, aslında bir bakıma evsiz, göçebe olmak vardır. Ama öyle miyiz şimdi, evimizde oturup kendimize yarattığımız dünyada, kendi egemenliğimizi kurmayı o kadar sevmişiz ki… Hayır, yeniyi sürekli gösteren, güncelin kendisi olanı takip etmeyi hör görmekten bahsetmiyorum. Ama ya bunca kirliliğin sentezi nerede olacak?

Bir de başka bir biz olmalı insan. Yarın yanağından gayrı demiş ya Bedrettin, işte o ufak, insanlığın en güzel duygularına dayanan biz… Bu da olmalı bir yandan ama nerede o sözleri söylemek istediğimiz insanlar? Hangi umutsuzlukta yaşıyorlar ve sıkışıyorlar acaba?

İnsanlığa dönüş mümkün, ama kolaylaştırsak mı biraz ne dersiniz?

Özgür'ce düşünce

Aklıma gelmişken…

Geçen zamanı tutuyorum elimde. Aslında zamanın kavranamaz olduğunu düşünüyorlar, tarif edilemez, tutulamaz. Ama olgunun kendisi şudur ki, geçen her birimde değişimin izi var doğada. O izlere bakıyorum ve her saniye geriye dönülmezcesine doğanın kanununu işletişini izliyorum. Bazen boş evin haline bakarken, toz tanelerinin yere düşüşünü izlerken, bahçede yaprakların dökülüşünde, bir evin üstündeki oymalarda… her şey değişiyor aslında.

Bu kesince ileri gidişten memnun muyum? Fikrimin önemi yok, olana uymak zorunda olmanın uyumsuzluğu var sadece. Bir taraftan da kırık bir şeyler var. Şekeri yere düşmüş çocuğun hissi gibi. Bazı şeyler değişmemeliydi bence.

Mesela 11. sınıftaki arkadaşlarım… Ne kadar değişebilirdik ki? Yüzümüzde tetikte bekleyen kırışıklıklarımız, hiç hissetmediğimiz yaşlılık, sadece bizi uzun süreden sonra görenlerin fark ettiği ağır başlılık… Delikanlılığın bitişi gelmiş gibi ama öyle miyiz? Kaybolur mu hiç deli düşüncelerimiz? İster en yorucu işlere girelim, ister boş gezenin boş kalfası olalım, ne kadar değişebilirdi ki kırık kafalarımız? Adam olur mu bizden acaba?

Üniversitedekiler öyle olmadı, hepimiz takım elbisenin tasmasına bağlanmış, garip kılıklarla ortama uymuştuk. İşletmeciler değişmişti. O kadar ki, arkadaşımın adını unutacak kadar (ki isim hafızam oldukça iyidir) zaman geçmişti biz fark etmesek de… Ama sanki yarın sınava gidecek kadar da kopmadık Avcılar’dan. Sanki yarın işimiz düşecek gibi…

Askerdekiler de öyle olmadı. Şunun şurasında 1 yıl geçti üzerinden, geçen yazdan hiç bir şey kalmamış üzerimizde, ne yaşadığımız eğlenceler, ne yaptığımız makaralar. Mustafa Ceceli bozdu mesela. Model’in modası geçti. Oğuz Atay’ın Olric’i gözden düştü. Şafak 430’la gelenler 100’ün altına indi. Suriye ile savaş kapıda…

İş yerindekiler bile öyle olmadı yahu… İki Sivaslı arasında aylar geçecek derken, ne olduğunu anlamadan başka bir yerde aldım soluğu. Bir bizim cıgılı değişmedi, demirbaş misali devam ediyor.

Herşey değişti kısacası, değişecek de. Ama zaman gençliğimize ağır haksızlık yapıyor bence. Hani doğa kanununu uygulasın, razıyız. Zaten fikrimiz zıttı olsa bile, geçecek zaman.

Ama bizimkileri değiştirmese, bir kıyak geçse en azından? Pintimiz pintiliğini, oburlarımız oburluğunu, çapkınlarımız çapkınlığını, arızalarımız arızalığını yapsa olmaz mı be zaman?

Aklıma geldi işte, söyleyeyim dedim.

Özgür'ce düşünce

Alex’e…

alexBiraz sonra uçağa bineceksin. Birbirine yaşam olarak yakın olan iki memleketin arasında gidip gelirken, anavatanına mı döndün yoksa anavatanından mı koptun bilmeyeceksin. Üzüleceksin, hem de derinden. Ama yakışmaz ki yılmak bir kahramana. Hele hele bir hayalin değil, hayalleri gerçeğe ulaştıran, olgu kahramanına. Bazen uzak kalmak, konuşmaktan, haykırmaktan çok daha fazla anlam taşır. Ölüm gibi, ama seninki ondan daha da anlamlı olacak.

O kadar anlamlı ki, bir arkadaş kazanırsın ve onun mertliğini görerek her gün daha çok boş verirsin ya yaşamdaki kusurları, seni kazanmak böyle bir şeydi. Şimdi senin olmadığın bir takımdan bahsediyorlar ama seni kaybetmek imkansız ki… Hangi kahraman silinebilmiş ki silgilerle?

Bize bir ruh, bir fikir bırakarak gidiyorsun. O fikir, tıpkı siyah çoraplıların “demir çarık, demir asa” onurla çıkışı gibi, asla beğenmeyen Fenerbahçe taraftarına inadına beğendirmektir. Herkesin “acaba” dediği yerde, o soru işaretlerinin nasıl cevaplanacağını göstermektir, görmek isteyen gözler için.

Şimdi diyorlar ki, Alex’siz bir Fenerbahçe… Ama Leftersiz, Cansız, Basrisiz, Aykutsuz Fenerbahçe olmuş mu ki sensiz olabilsin?

Sen bu takımın sarı ve lacivertine kattığın fikirle yaşayacaksın ve evlatlarımız böyle bilecek seni.

Adeus meu amigo.

Özgür'ce düşünce

Yorgunluk

Bir şeyleri özledim şimdiden. Bilmediğim bir varlığa, bilmediğim bir nedenden, ne kadar olduğunu bilmediğim bir çoklukta bir hasretim var. Beni etki alanında tutan bu hissin nedeni her neyse, yakınlaştığından mıdır ya da daha çok uzaklaştığından mıdır bilemem, daha çok yer ediyor beynimde.

Çok da umrunda değilmiş gibi bir matemin izleri bunlar. Hala yapılamamış, başarılmamış ve düzgünce rayına oturmamış, hesaplaşılamamış olayların birikip patlaması sadece. Ama o patlama bana hangi kararları aldıracak, hangi duyguları hissettirecek, hangi noktada patlatacak, bilemiyorum.

İşte böyle yoruluyor bedenim. Yaşlandığımı hissetmesem de, bana etki eden bu varlığın sözünü tutmamasından, bahanelerinden, tutarsızlıklarından dolayı o kadar yoruldum ki.

Halbuki bu sonbahar söz vermiştim çalınan son baharımı geri almaya.

Ama tek başıma nereye kadar?