Özgür'ce düşünce

2023 yılının en iyi 10 metal albümü

Aslında kolay geçen bir yıl olmadı ülke açısından, önce deprem felaketi, sonra da AKP’nin Yedi Düvel tarafından kollanarak Türkiye başında tutulmasını ve ekonominin daha da berbat olmasını izledik. Yani Türkiye’nin kendi açısından her şey berbattı. Konu metale gelince, durumlar beklentinin tersinde. Sanıyorum bizim organizatörlere piyango vurdu (!) ya da benim bilmediğim bir metal müzik tanıtma mekanizması buldular, durgun bir yazdan sonra 2023’ün sonuna doğru kapalı gişe metal konserleri furyası başladı. Grubun Türk ya da yabancı olması da fark etmiyor, konserler belli bir dolulukta ilerliyor. Kısacası metal topluluğu açısından pogolu, vurdulu, kırdılı bir yaz bekliyor bizi.

Dünyaya gelince, gidiş çok iyi değil dünya için de… Ülkelerde enflasyon, mülksüzleştirme, sığınmacı sorunları ve ülkeler arası çatışma giderek artmakta. Metal topluluğu bunları anlatmak yerine, belli bir çerçevede durmayı sürdürdü. Bu sebeple benim döne döne dinlediğim, “işte bu” dediğim çok fazla albüm olmadı. O yüzden bu yıl daha nesnel değerlendirmeleri göz önüne alıp, başta beğenmediğim gruplara biraz daha dikkat etme ihtiyacı duydum. Yani listeye aldığım gruplarda eleştirdiğim çok yön var, yine de hakkını yediysek herhangi birinin affola.

Gelelim bu yılın bana göre en iyilerine;

10) King Gizzard & Lizard Wizard – PetroDragonic Apocalypse

Thrash Metal’i diriltmek için görevlendirilen ve Infest The Rats Nets albümünde bu görevi başarıyla yerine getiren büyücü kertenkeleler, kafalarına estiği zaman döndüğü metal müzik semalarında bir albümle ortaya çıktılar. Belirli bir alanda çaba gösteriyormuş gibi gözükmedikleri için genel olarak olumlu değerlendirmeler almayan bu arkadaşlar benim açımdan güzel bir albüme imza attılar ve bu sene listede yerlerini aldılar.

9) Kostnateni – Upal

Metalperver‘de gezinirken, Türkçe albümüne denk gelip “nasıl ya” diyerek paylaş butonuna bastıran bu tek kişilik ABD’li grubun alamet-i farikası, albümde Anadolu ezgilerine yer vermesi olarak gösterilmekte. Ama benim asıl hoşuma giden, black metale özgü “rahatsız ediciliği” mekanik seslerle değil, çeşitli değişik melodileri karıştırarak vermesi oldu. Kendileri derhal Türkiye’ye davet edilmeli ve onurlandırılmalı, Papua Yeni Gine’den bile grup getirirken bu işi üstlenecek bir yiğit çıkmalı.

8) Soen – Memorial

Canlı performansını dinlediğim, son iki albümünü beğenerek dinlediğim Soen, bir önceki albümleri Imperial ile benzer düzlemde bir albümle karşımızda. Hani her grubun güvenli alanına çekildiği bir dönem olur, bu dönemlerde eksiklerini giderirler ama yeni bir şeyler denemeyi, çeşitli çekincelerle düşünmezler ya (ulan bu 2023’te bütün grupların özeti zaten), işte bu albüm de bu çeperde. Bu çabayı, gelecekteki sıçramaya yormak gerek diye değerlendiriyorum.

7) Currents – The Death We Seek

Etiketinde metalcore bulunan ve şirazesi kayan bayağı bir grup var, bu konuda daha önce serzenişlerde bulundum. Vokaller birbirine benziyor, şarkıların formülleri aynı hale geliyor. Currents, eski işleri ile bu tarife uysa da son albümlerinde ibreyi olumlu yöne doğru çevirmekte ve hoşuma giden bir albüme imza attılar. Albümün güçlü yanı ise gitarlar, güzel sololar mevcut.

6) Suicide Silence – Remember… You Must Die

Konser için ülkemize de gelecekleri için, “bir dinleyeyim” diyerek sıraya koyduğum grup, benim açımdan çözülmesi gereken sorunlara sahipler. Grup hakkında yapılan değerlendirmeler de bu yönde, grubun tekrardan köklerine dönüşü denediği ve arayışta olduğu belirtilmekte. Buna rağmen hem listeme girdiler, hem de konserlerine gideceğim (konserde sağ kalmak dileğiyle) ve gelecekte kendilerini bulunca daha iyi iş yapacaklarını düşünüyorum.

5) Insomnium – Anno 1696

Aslında bu sıralamaya girecek çok grup vardı, hatta bütün liste aklıma yattıktan sonra en son bu sıra kaldı ve Insomnium öne çıktı. Albümde kafadan ilgi çeken, elbette Sakis Tolis’in düeti ve bence müthiş bir fikir. Bunun dışında benim olumlu gördüğüm nokta, “melodik” taraftan biraz geri plana itilmesi. Grubun sevdiğim işlerinden “Shadows of the Dying Sun“daki gibi korolar yerine daha sert vokaller tercih edilmiş ve gitar da bu sertliğe uymakta.

4) Polaris – Fatalism

Daha önceki albümlerini de severek dinlediğim Avustralya’dan Polaris, albümlerini yayınladıktan sonra baş gitaristini kaybetmiş maalesef. Bir önceki albümlerini oldukça beğenmiştim, son albümleri ise biraz daha farklı deneylere sahip. Kapaktan, şarkının yapılma formüllerine kadar bu hissediliyor ama bunun olumlu olduğunu söyleyebiliriz.

3) Cannibal Corpse – Chaos Horrific

Saf Ölüm Metali canavarları, yeni albümlerinde formlarında. Suicide Silence’da çözülmesi gereken şeyler dedik ya, o işte burada yok. Gitarlar mekanik tınlamıyor. Daha çiğ bir ses vermeleri beklenirken daha iyiler. Death metal denince kötü iş yapması olanaksız bir grup ve önceki albümlerine göre kesinlikle daha iyi noktadalar.

2) Unearth – The Wretched; the Ruinous

Unearth demek, benim için metal demek. Metalin daha farklı türlerle etkileşimli hallerini dinlerken, kendileri ile tanışınca bugünkü yere doğru evrildim. Nesnel bir değerlendirme yapmam zor. Ama şunu grubu bilenler takdir eder ki, hep ikincil olarak değer gören bir grup oldular. Çeşitli inişleri, çıkışları olsa da yaptıkları işler bence zamanın ötesinde. Bu albümlerinde daha sert, daha coşkulu bir haldeler ve yaptıkları en iyi işlerden biri olarak gösteriliyor. Bize de breakdownlar ile huşu içinde olmak düştü.

1) Enforced – War Remains

Size iyi bir haberim var: Riley Gale dünyaya geri döndü (!) Çünkü bu grubun bu kadar iyi olmasının başka bir açıklaması olamaz. Herkesin Thrash metal dünyasında yarım kalan hikayesi olan Power Trip patlayıcılığı ve epikliğinde bir albüm yaptı Enforced. Aslında bu listedeki gruplar kadar bilindik değiller (az çoktur bazen) ancak çoğu listede yerlerini almaktalar ve herkes bu noktada mutlu. Dolayısıyla benim öznel tercihlerim farklı olabilecek olsa da, hak ettikleri için kendilerine severek birinciliği veriyorum.

Türkiye’nin en iyisi

Bu yıl Türkiye’de yeni çıkanlara ancak listeyle ilgilenince bakabildim ama başta da belirttiğim gibi bu yıl Türk gruplar için güzel geçeceğe benziyor. 2016’da Türkiye’nin en iyi metal gruplarından birini hafta içi bir avuç insanla dinlerken ve üzülürken, bu duruma gelmek gerçekten güzel. Ancak albüm üretimi bakımından çok fazla bir trafik yok. Olanlar içinde kendini açık ara ortaya koyan ise Kaptan Kadavra‘nın Mental Yara adlı Sludge albümü oldu.

Özgür'ce düşünce

Noktalar ve çizgiler…

Bu albümle dinlemenizi öneririm

Memlekete doluşan ümmetten şikayetçiyiz. Olacağız elbette, hakkımızdır. Diğer yandan, Türkiye göçlerin konağıdır. Hasretlerin, özlemlerin konağıdır. Acı vatanda çok parça vardır Türkiye’den…

Bir başka gündemde olan şikayetimiz ise Türkiye’den gitmek. O hakkımız mı? Tartışılır. Ben her kopan parça için üzülürüm. Yıllardır oturup sohbet etmediğim bir tanıdığım olsa da, Türkiye’de doyamadığı için gitmeyi düşünen her kişiye üzülürüm. Onların hasretini anlamaya çalışırım.

Babamın da dahil olduğu göçmen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bütün dünyayı gezdiler. Kapitalizmin merkezleri sayılabilecek her ülkede bir Türk, bir Kürt mahallesi var. Ama o nesil, bir şekilde döndü ülkeye.

Peki, şimdi gidenler bir daha döner mi?

Bazı kişilerin yarattığı rakipler vardır, bu rakip onu güdüler. İşte bu sorun, benim rakibim. Her bir arkadaşın dönebileceği bir ülkenin hayali. *

Başka ülkelere gidenler önce adındaki nokta ve çizgileri kaybederler. Çok ufak bir detay olsa da adını farklı yazmak, imzanı farklı atmak, her seferinde adını açıklamaya çalışmak… Türkiye’deki gibi adını düzeltemezsin de. Çünkü Beyaz Irkın yüce hoşgörü bombası altında, adında nokta ve çizgiler bulunması hiç önemli değildir. “Nevermind” deyip geçerler adama… Önemli olan onun “metadaş”ı * olmandır. Sıra, kişiliğini kaybetmene gelir.

Biz değil miyiz misafir olduğumuz yerde ölçülü davranan ve misafirine ölçüde kusur etmeyen? Biz mi ikiyüzlüyüz, yoksa üstünlüğünden sual olunmaz Beyaz Irk mı?

“Yenilgi yılları ne kadar sürer” diye soruldu bir yerde (Lenin’e atıfla)… Hakikaten, ne kadar sürer bu misafirlik? Noktalarımızı ve çizgimizi korumak için ne kadar direneceğiz?

Biliyorum, herkes bu sorunun yanıcılığı ile karşı karşıya. Acı vatanda geçen her esaret gününün, özgürlüğe yaklaşması dileğiyle.

* Taylan Kara şöyle açıklıyor bu kavramı;

Dünya tarihinde tekelci kapitalizm kadar bütünleştirici bir sistem yoktur. Klasik kapitalizmde görülen ayrımcılıklara tekelci kapitalizmde rastlamak mümkün değildir.

Tekelci kapitalizm metalar karşısındaki insanlar arasında hiçbir ayrım yapmaz. Klasik kapitalizmdeki vatandaş, tekelci kapitalizmde artık “metadaş”tır.”
Özgür'ce düşünce

2022 yılının en iyi 10 metal albümü

İki yıllık kısıtlar sonrasında, 2022 yılında organizasyonlar geri döndü. Bu sefer de iktidarı yasadışı elinde tutan ekibin Türkiye’yi yoksullaştırma operasyonu ile karşı karşıya kaldık. Döviz fiyatlarının 2 katına çıkması, iğneden ipliğe her şeyin pahalılaşması, Türkiye açısından berbattı.

Bu durum organizasyonlara da yansıdı tabii. Bu yıl yurtdışından grup getirmek için bayağı uğraştı organizatörler. Bu şartlar göz önüne alındığında, gelen grupların tatmin edici olduğunu belirtebilirim. Bununla birlikte bir grup var ki, bu yıl 2 defa sahnelerini izledim ve her bulunduğumda keyif verdi. Geçen yılın en iyi Türkiye çıkışlı albümünü yapan Metalium’un Küçükçiftlik Park sahnesindeki performansı, gerçekten muhteşemdi. Bu yaz yine konserleri olsa, yine giderim dediğim grup Metalium olur.

Bu yılın bir özelliği de, konserlere giderken katılan arkadaşların olmasıydı. Konser var dediğim anda işini gücünü bırakıp konsere gelen arkadaşlara teşekkürler. Bir de metal müzik adına sıradışı bir girişim vardı ki, anmadan geçmek olmaz. Rock Terapisti, bence bu yılın en underrated işlerinden biriydi. Acil devamı gelmeli.

Özeti çıkardığımıza göre konuya girelim. Bu yılın listesini yaparken, son 3 sıra için çok sayıda adayın olduğunu ve bunları seçerken zorlandığımı söylemek isterim. Bu senenin öne çıkanları şu albümler oldu;

10) Counterparts – A Eulogy for Those Still Here

Kanadalı hardcore uzmanı Counterparts, bir önceki albümleri ile listemde yer almış ve hala dönüp dinlediğim bir albüm armağan etmişlerdi. Son albümleri de gayet güzel, yine de bazı deneyler yaptılar anladığım kadarıyla ve albüm kapağından albümün bazı yerlerine kadar farklar hissedilebiliyor. Bu sebeple severek dinlediğim albümlerinin seviyesinde olmasa da, bu albümleri ile de ön plana çıkmayı hakediyorlar.

9) Municipal Waste – Electrified Brain

New York’un çöplüklerinden çıkıp gelen ve yok içip sızma, yok efendim partileme, yok efendim şeytana papucunu ters giydirme üzerine laflar hazırlayıp bizlerle paylaşan Municipal Waste, her zamanki eğlencenin yanı sıra Thrash Metal için “Ne Yapmalı” kitabına notlar düşüyor. Ha içip, partilemek bizim ilgi alanımızda değil ama şarkılar öylesine akıp gidiyor ki… Konserinde pogoya giren metalhead’in ağrımayan yerini bırakmayan grup ne güzel gruptur.

8) Decapitated – Cancer Culture

Polonya’nın uğursuz ve nursuz halini sözlere döken grupların yürüyüp gittiği şu dünyada, kimi gruplar biraz “dünyalığını” yapınca gazdan ayağını keserken, kimi de pedala yüklendikçe yükleniyor. Decapitated, ikinci tanıma uyan ve son albümleri ile olumlu tepkiler alan teknik death metal grubu. Dolayısıyla enstrüman kalitesi konusunda üstlerine yok. Bununla birlikte, geliştirilecek yönleri olduğu konusunda bazı öneriler olan bir grup, ben de bu görüşe biraz katılıyorum. Jinjer’dan Tatiana Shmayluk gibi yine kendileri gibi gaza basıp, arşa doğru ilerleyen grupla, güzel düşünülmüş bir düet yapıyorsun. Ama albümün en kritik yerinde, gazdan ayağını çeken bir stilde kullanıyorsun. Daha güzeli yapılabilirdi, yine de albüm kaliteli.

7) Bleed From Within – Shrine

İngiltere’de bir veba kol geziyor: Bring Me The Horizon vebası… “Ya bu adamlar bu işi çok güzel yapmış” diyerek beğendiğimiz gruplar, bir bakmış ki 2 albüm sonra “bu dünya yalan yeğenim, önemli olan öteki dünyadaki sınav” diyerek, BMTH con conlarından biraz akıl alıp kafalarına göre albüm yapıyorlar. While She Sleeps, Architects, sözüm size beyler! İşte bu İskoçyalı arkadaşların bu vebadan etkilenmemesi için dua etmekteyim. Grubun dördüncü ve beşinci albümleri gittikçe çıtayı yükseltirken, bu albüm ise patlamadan önce son bir deney diye düşünüyorum. Kısa süre içinde albümler yapan grubun tahminen 2024 albümünde çıtayı çok daha yükselteceğini göreceğiz bence.

6) Bloodbath – Survival Of The Sickest

Geyik muhabbeti sırasında ortaya çıkan grup düşünün, kendisini oluşturan müzisyenlerin grupları kadar gürültü yaratsın. İşte o grup, bu grup. Death Metal kulvarının tüm şartlarını yerine getirerek, death metal müminlerine yol olan bu albümün her saniyesi ile öfkeli, atarlı, giderli. Yalnız bazı ağabeyler bu albümü beğenmemiş, burun kıvırmıştır. Eğer şu albümü yeni yetme yeteneklerden biri yapsa (ki yeni grupların çok güzel işleri çıktığı oluyor), şimdiden övgülere boğulmuştu. Süper grubun dezavantajı da bu, üst grupların işleri ile karşılaştırılıyor. Hafızalarda yer almaya değer bir albüm.

5) Zeal & Ardor – Zeal & Ardor

2007 yılına girerken, bir spiker ablanın “Anam bunlar coştu lan” dediği durumu yaşayan gruptur kendileri. İsviçre’den New York’a doğru uzanan yolculuklarında yürüyedurmaktalar. Adamlar her çiçekten birer bal alarak (Blues + Hip-Hop + Black Metal) öyle bir müzik yapıyorlar ki, önce duygusal olarak yumuş yumuş yapıp, sonra nasırlı elleri ile her gün başındakilere küfreden Afrikalı ırgatın öfkesi ile yükleniyorlar. Ayrıca müziklerindeki politiklik dozunun yüksek olması da artı puan olarak hanelerine yazılmakta benim nazarımda.

4) Parkway Drive – Darker Still

Bleed From Within değerlendirmesinde bahsettiğim vebadan etkilenmemesini dilediğim, artık headliner’a oynayan gruplardan biri Parkway Drive. Şimdi bu sıraya koydum ama birinci de olabilecek kalitede, bence bir önceki albümlerine göre daha iyi noktadalar. Yine de Parkway Drive deyince hangi şarkıları durmak istiyorsun diye sorsalar, kesinlikle albümün son parçasını gösteririm. Dilerim vitesi o parçalar üzerinden arttırarak, konserlerde kırılmadık yer bırakmazlar.

3) Kreator – Hate Über Alles

Bu yıl canlı kanlı izlediğim gruplardan biri olan Kreator, yerli-yabancı hiçbir şeyi beğenmeme timi tarafından öylesine bir yerin dibine sokuldu ki… Ben Kreator’un her işine he diyen ya da ölümüne hayranı olan biri değilim ama insaf be. Bir kere önceki albümün kesinlikle üstüne çıkmış bir albüm. Bir de üzerine beğenilen işin az olduğu Thrash alanında iş yapıyorsun. Bence edindiği konudan, albümün genel temposuna kadar her şeyi ile güzel bir albüm. Tek şanssızlığımız, organizatörlerimizin öngörüsüzlüğü nedeniyle ölümüne Wall Of Death’e girememek oldu (zemin uygun değildi). Dilerim yine gelirler. Onlar da Rotting Christ gibi bizim memleketten sayılır.

2) Misery Index – Complete Control

Yılın en güzel keşfine geldi sıra, aman aman nerelere geldik? Misery Index, adını iktisat teriminden almakta, “sefalet indeksi” şu günlerde bizi çokça ilgilendiren bir kavram. Yani amentü olarak parababalarına ve onların işbirlikçilerine sövmek üzerine vücut bulmuş bir grup. Bu listede bizi ilgilendiren tarafı, albümlerinin olağanüstü ve çarpıcı olması. Dinlerken size eziyet eden tüm egemenleri bir araya alıp, öfke ile tokat manyağı yapmanız işten değil. “İşte Misery Index bu!”

1) Lamb Of God – Omens

Chris Adler gitti arkadaşlar, o Ebu Cehil’in yolundan gitti ve tekrar geri gelmeyecek. Gelmeyecek olsa da, Lamb Of God zirveye oynamaya devam edecek. Burada anlaştıysak, gelelim bana göre en iyi albümüne. Eleştirilerin aksine son iki albümü de olumlu bulanlardan biri olarak, bu albümde her saniyenin değerli olduğunu belirtmek isterim. Bana kalırsa, Lamb Of God nedir deseniz, ilk albümü gösteririm. Lakin Lamb Of God dünyaya ulaştıysa, Ashes Of The Week gibi biraz daha “akılda kalıcı” parçaların olduğu işler sayesinde, bu formül tutuyor, yapacak bir şey yok. Bununla birlikte bu albüm, o albümleri de aşan bir güzellikte.

Ve sona gelirken bir görüşümü de paylaşmak isterim, grupların albümlerinde bazı yerlerde farklı gruplardan esintiler olduğu belirtilir (ki bu çok güzel bir jesttir aslında), ben bu yıl gruplardan çok sık Power Trip tınıları aldım ki yanılmıyorsam bence çok güzel bir hareket. Maalesef vokallerini kaybettiler ve gelecek yıllarda bayağı ortalığı kasıp kavuracak gruptu. Lamb Of God da bu işe girişti bence, son derece leziz.

Türkiye özelinde;

Açıkçası geçen yıl Türkiye’de sel gibi kaliteli albüm çıktı. Bu yıl ise ben öne çıkabilecek bir grup kıtlığı ile karşılaştım, bir grup var ki her yerde onun adına rastlandı: Saint ‘n’ Sinners… Bu gruba ayrı laflar hazırladım, bilare bunları sarf edeceğim. Yaptıkları müzik beni etkilemedi – üstelik bu grup elemanları “Sosyalist” olma iddiasında -. Bununla birlikte bu yıl Türkiye’de metal denince işleri en çok övülen, en çok ön plana çıkarılan grup oldu. Her ne kadar albüm konusunda geçen yıla göre üretim bol olmasa da, yazın yerli grupların konserlerini yakından takip ettim ve yerli metal müziğin de gelecek yıllarda şöyle bir kaç baş çıkarıp yabancı festivallerde bol bol yer alacağını, biraz daha yukarılara tırmanacaklarını göreceğiz.

Yazılarım

Sessiz İstifa mı? Baskılara karşı Çığlık mı?

Bilimsel tutarlılığından sual olunmaz, kutsal İK şövalyelerimiz liderliğinde yeni bir kavram dillerde dolaşmakta: Sessiz İstifa

Çalışanların işi yavaşlatma ve üretimden gelen gücünü kullanma yöntemi sessiz istifa yeldeğirmenine karşı kutsal ittifak anında kuruldu. İyi polis İK’lar ile kötü polis Profesörler, üst düzey CEO’lar ile onların yer yüzündeki gölgesi yöneticiler, Devletümüz ile adalet adamlarımız el ele, göz göze, baş başa verip bu garibanların haline üzülmekte.

Vah yavrularım, o kadar umutları sönmüş ki, istifa etmek yerine mutsuz oldukları işlerde, “kendilerini başaramayacakları” görevlerinde, işsiz kalmamak için kovulmayacak kadar çalışıp, minik “sivil itaatsizlikler” yapıyorlarmış.

Acaba çalışanları nasıl mutlu etsek? Güdülenme toplantıları mı yapsak, yoksa birebir mi konuşsak… Arada okşasak mı kedi gibi, yoksa sağdan soldan gelen promosyonlardan mı paslasak… Ne yapsak yaranamıyoruz şu çalışanlara be!

Ne demiş bir amcamız:

“Zaten bunların hepsi Garb’ın afakından memleketimize gelmekte” Bütün Davranış Bilimleri kürsülerimiz, şirket İK departmanlarımız Garb göğünden yağan yağmuru nimet olarak kabul etmekte değil midir?

Hadi Pandora’nın kutusunu açalım: Sessiz İstifa, yıllardır uygulanan iş yavaşlatmanın diğer adıdır. Bulunduğu işten bıkan milyonlarca çalışan, her şeyi ile belli eder. Eliyle, gözüyle, duruşuyla, bakışıyla… Hatta geçtiğimiz günlerde vefat eden değerli Uğur Durak ağabey gibi bazen cenazesi ile tek bir şeyi çığlık çığlığa ifade ederler: Baskısız bir iş ortamı.

Her şeyin performansa dayandığı iş ortamında, işten kovulmayacak kadar çalışmak diye bir şey yoktur. Baskı kurulan her canlı, bir süreden sonra tepkilerini bastırmak zorunda kalır. Ama onun bastırılan tepkisi, her hareketine yansır. Bu hareketlerin görmezden gelinmesidir aslında “sessiz istifa” kavramı. Bir anlamda “aman başımıza bir şey gelmesin Ali Rıza efendi” diyerek, ortada olan tepkinin farklı çözümlere yönlenmesini engellemektir amaç.

Konusunu açmışken, farklı çözümden kasıt nedir? İş ortamında çalışanların bir araya gelerek çözüm bulması, yatay mekanizmalar kumrması ve birbirleriyle iletişim kurmayı keşfedebilmesidir. Bunun yerine çalışanların “yalnız kurt” olup, potansiyel bir tepki gösterici olması, eyleme geçmemesi, bir “sakınca” olmakla beraber daha tercih edilebilirdir.

Bugün şirketlerde adı konulmak istenmeyen bir memnuniyetsizlik dalgası varsa, bunun birinci sebebini istismardır. Ve bu istismar, sessiz değil, gayet de gürültülü bir biçimde yaşanmaktadır. Gerek yasalarla, gerek yedek işgücü ile, gerek şirket içi prosedürlerle, elde avuçta ne varsa, hedeflere ulaşılmayan iş yerinde, çalışanın baskı ile karşı karşıya kalmaması olanaksızdır. “İyi gün dostu” bazı şirketler, bu kaideyi bozmazlar.

Ortada bir gürültü, bir çığlık var. Hem de kulakları sağır eden bir çığlık. Bir sentini bile boşa harcamayan, kendi işlerinde hazırladıkları misyonun dediğinden bir milim bile dışarı çıkmayan Parababaları, durumun farkında.

Keşke onlar kadar kendimizin farkına varabilsek.

Yazılarım

Türkiye’deki kaçaklara yol göründü

Neyseo’da yayınlandı.

Türkiye’de siyasetin önemli gündemi haline gelen kaçak sığınmacı sorununda yeni bir gelişme ile karşı karşıyayız. Bu sorunla ilgili olarak bugüne kadar hem sağcılardan gelen “mancılıkla göndereceğiz” şeklindeki hasmane söylemler, hem de “sol”dan gelen “entegre edeceğiz” şeklindeki hayal ürünü söylemler ortalıkta dolanadursun, özellikle Suriye’nin parçalanması sürecinde Türkiye’ye kaçan kesimlerin Türkiye’den gönderilmesi ilgilendiren bir süreç yaşanmakta.

Konu ile ilgili ilk haber, İran’da çalışan Tasnim ajansının haberiydi. Buna göre Suriye’deki dış destekli muhalefetin Türkiye’den ayrılması talep edildi. [1]

Benzer bir haber ise Sputnik’ten geldi ve ÖSO’nun Körfez ülkelerinde yeni yer bakmaya başladığı iddia edildi. [2]

Türkiye iktidarını yasadışı elinde tutan AKP’nin, yaklaşan seçimler öncesinde Suriye bataklığından kendini sıyırma girişimi olarak Suriye ile görüşmelere başlaması sonrasında, ÖSO’cuların kısmen tasfiyesi beklendik bir durumdu. Bu sürecin başladığını öğrenen ÖSO’cular, Suriye’de ellerinde tuttukları yerlerde ve Türkiye’nin çeşitli illerinde protesto gösterileri yaptılar. [3]

Bu protestolarla birlikte, daha fazla kaçak sığınmacının Türkiye’ye gelmesi beklenirken, Türkiye’nin kaçaklara kapıyı göstermek zorunda kalması, geleceğin iki kutuplu dünyası içinde işaretler vermekte. Tabii ki tüm bu bilgiler, henüz resmi evraklarla doğrulanmış değil. Yine de gelecek günler için bazı çıkarımlar yapabiliriz.

SURİYE’NİN TÜRKİYE HALKLARINA ARMAĞANI

Öncelikle, ÖSO’cuların Türkiye’den sınırdışı edilmesi talebinin mimarı, Suriye’deki meşru iktidardır. Suriye, bir taraftan Türkiye’de iktidarı yasadışı şekilde elinde tutan ve Suriye topraklarına yasadışı biçimde giren grubu yenilgiye uğratırken, bir taraftan da gelecek süreçte Türkiye’nin (kısmen) laik düzenine açıkça tehdit olan Ortaçağcı Gerici hainlerin barındığı bir ülkeyi istemediğini bu tutumla ortaya koymakta ve Türkiye’de bunun mücadelesini veren tüm siyasi odaklara bu mesajı vermekte.

Neden burada Rusya değil de Suriye’yi mimar olarak görebiliriz? Rusya, bugüne kadar uygulanan denge siyasetinde Türkiye’nin istikrarsız bir hale gelmesine engel olmaktan çok, kendi elde edebileceği çıkarların takibini yaptı.. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nde olduğu gibi, Rusya için de Türkiye’nin parçalanması ya da bütün olarak kalması bir fark yaratmamakta. Bunu en net göreceğimiz nokta, Amerikancı Kürt Burjuva Hareketi ile Rojava’da yaşanan yaklaşmalar ve kurulan ilişkilerdir.

Bununla birlikte Suriye’nin bu girişiminin Rusya açısından olumlu bir noktası var mı? Elbette var. ÖSO terör örgütü, Ukrayna başta olmak üzere, AB-D emperyalizminin kılıç salladığı her yerde, AB-D cephesinde savaşlara katılmakta. Bu bakımdan bu örgütün tasfiye edilmesi, desteksiz kalması Rusya açısından önemli.

AKP, YEDEK GÜCÜNÜ KAYBEDECEK

Din Devleti girişimi içindeki AKP açısından ise, ülkede kitleler gözünde oldukça göze batan Kaçak Sığınmacıların gözden kaybolması bir avantaj olarak görülse de, Türkiye’deki muhalifler başında gezinen kılıcını kaybedecektir AKP. Onların yerini doldurmak için de zaman kaybetmeyeceklerdir, şimdiden Avrupa’da yaşayan ve AKP’nin başka bir yedek gücü olan T.C. vatandaşlarına çağrılar başladı. Yine başka ülkelerden Türkiye’ye kaçan sığınmacılara yenisinin eklenmesi de beklenebilir. Bununla birlikte, sınanmış bir ÖSO’dan yoksun kalmak, AKP’nin çoktan beri ödemesi gereken bir diyetti.

Tabii ki işin halkımızı ilgilendiren kısmı, sığınmacıların Türkiye’den herhangi bir yere gidip gitmeyeceği ile ilgili. Başı def edilen bir güruhun, kuyruğunun da onunla birlikte gitmesi doğal olandır. İsrail basınına göre, Türkiye’deki sığınmacılar, büyük konvoylar halinde Avrupa’ya geçmeye hazırlanmakta. [4] Özellikle, bu güruhları “eğit-donat” ile meşru Suriye’nin üstüne salan AB’nin, bu belaya bulaşmaması için, bu kaçak güruhun “faydalarından” sağlı “sollu” hayalperestler ile boyayacağı kesindir. Tüm bu saçmalara rağmen “hayvan terli”… Suriye iktidarı, Türkiye halkına altın tepside bir fırsat sunmak üzere. Örgütlü ve bilinçli bir biçimle, Türkiye’nin göğsüne saplanan bu kamayı çıkarmak mümkündür.

[1] Almayadeen.net (İngilizce)[2] believeinsyriaaxisofresistance.wordpress.com (İngilizce)
[3] Ogün Haber
[4] Sözcü

Yazılarım

Uğur Durak’a veda

Bu yazı, Neyseo ve Banka Vitrini sitelerinde yayınlanmıştır.

Üzücü bir haberle başladım Şeker Bayramı sonrasına… Örgütsüzlükten feryat eden büro çalışanlarının bir parça nefes alması için uğraşan, “Hedef Tutulması” kanalını kuran ve iş yerlerindeki mobbinge karşı mücadele eden Uğur Durak, geçirdiği beyin kanaması sonrasında kaldığı 75 günlük yoğun bakım sürecinden çıkamadı ve 42 yaşında aramızdan ayrıldı.

Uğur ağabey ile yüzyüze görüşemedik. Bunun önemi yoktu, çünkü bazı zamanlar yüzünü görmediğiniz insanlarla kalbiniz aynı tempoda atar, aynı şeyleri hissedersiniz. Uğur Durak, Türkiye’nin zıvanadan çıkmış Banka sektörü tarafından “kullanılıp atılan” çalışanlardan biri. Onu özel kılan ise yaşadığı haksızlıklara rağmen mücadele etmesi ve hakkını almasıydı. “Nemelazımcılık” yapmak yerine haklarının bilincinde bir çalışan olarak hak arama mücadelesini kazanması, bu sektörde çalışan herkese örnek oldu. Yaşadığı tecrübeleri aktardığı “Hedef Tutulması” kanalı, tüm büro çalışanlarının baskılara ve kanun dışılığa karşı sesiydi.

Kendisi ile iletişime geçtiğinizde hemen gözünüze çarpan özelliği; nezaketiydi. Haksızlık yaşayan insanlar, ister istemez ruh olarak katılaşır. Yaşadığı tüm sorunlara rağmen, her sözünü adalet tartısından geçirerek söyledi. Hele bir konu var ki, onun haksızlığa karşı ilkelerini koruması yönündeki hassaslığını gösteren o olayı fark etmem, maalesef kendisini yitirmemizin ardından gerçekleşti. “Keşke”ler birbirini kovaladı. Bu noktada kendisinin anısı ardından özür dilemekten başka bir çarem gözükmemekte maalesef.

42 yaşında bir insan, teknolojinin bu kadar geliştiği çağda eceli ile mi ölmekte peki? Onca yaşadığı haksızlığı, nezaketi ardında yansıtmasa da, hiç mi yara almaz bir insan? Kendisini işsizlik cehennemine atan şirketin, Finans sektöründen elde ettiği kârlar gözümüzün önünden gelirken, bu soruları düşünmemizi gerektirecek çok neden var.

Banka Vitrini [1] sitesinde yazdığı son yazısında, kendisine haksızlık yapanlara şöyle sesleniyordu:

“İşsiz kalmama sebep olan, yayında ve yapımda emeği gecen eski bölge müdürüm E.Ö, Şube Müdürüm H.A.A ve Satış Yöneticim N.K sizlere artık kızmıyorum. Allah sizden razı olsun! Yaptıklarınız sayesinde kendimi yeniden oluşturdum. Sizlerle mücadele ederken kendime olan güvemin arttı, davamı da kazandım. İşten çıkartırken yazdığınız tüm savlar eliniz de patladı. Yüce Türk yargısı haksızlığı çözdü. Sizleri bundan sonrası için Allah’a havale ediyorum, benimle işiniz olmaz varsa günahınız yüce yaradan ile ahirette çözersiniz işinizi.

Halen daha mesleğini yapan ve bu ekonomide verilen saçma hedefleri tutturmak için kendi yaşamını ıskalayan bankacı arkadaşlarım yolunuz açık, işiniz kolay olsun.”

Kendisi affetse de (tabii ki kinaye yapmakta), onunla “tanış olamayanlar” affeder mi? Hayır, affetmeyeceğiz. İnsanları tehdit etmek için “birkaç liralık maliyet” olarak itham eden, oradan oraya sürükleyen, notlarını düşüren, her türlü hakareti edenler mutlaka ki yaptıklarının karşılığını bu dünyada aldılar ve alacaklar. Onlar “yaşayan ölüler” olarak bu yeryüzünün “ahiretinde” hesap vereceklerdir.

Diğer yandan Uğur Durak, insanları aşağılayanlara karşı mücadele eden, başkaldıranların tepkilerinde yaşayacaktır. Dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirmek için okuyan, araştıran, didinen insanların anti-depresan bağımlısı, “birkaç liralık maliyet” olarak haline getirildiği, mutlaka ki yeryüzünden silinip gidecektir.

Türkiye, doğduğu yerde doymak için didinen bir oğlunu çok erken kaybetti. Halkımızın başı sağolsun.

Yazılarım

Toplumsal Gerçekçilik: Su gibi ihtiyaç

Neyseo’da yayınlandı…

Yazının sona ermesinden bir gün sonra, Rusya’nın Ukrayna’ya operasyonu ile uyandık güne. Operasyon sürdüğü sırada, savaş sanat alanına da taştı. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski’nin meddahlığı ve çok sayıda sanat eserinin Ruslar tarafından yazılması dolayısıyla sansüre uğraması gündeme geldi. Emperyalizm, bir kez daha güçsüzlüğünü sanat üzerinde egemenlik kurarak örtmeye çalışmakta. Bu gelişmeler, vurguladığımız ihtiyacı daha da perçinlemiştir.

***

Emperyalizmin saldırılarının bir ayağı da kültür. Onun üzerinden egemenlik sağlayan emperyalizm, bugün tartışmasız olarak kültürde belirleyici konumda. Soğuk savaş öncesi böyle miydi? Hayır. Toplumsal gerçekçi edebiyat, dört bir yandan atakları ile “üstte güreşiyordu”. Başta ABD emperyalizmi gelmek üzere, diğer emperyalist ülkelerin bu ataklara karşı cevabı, en ufak “toplumsal” tepkiye “komünizm” yaftası yapıştırarak toplumdan tecrit etmek oldu. ABD sineması, burjuvazinin terörü sonrasında teslim alındı. Ortaya çıkan boşluğu, Frankfurt Okulu’nun demogojileri ile başlayan “eleştirel teori”ler alacak ve cehennemin yolu, “iyi niyet” taşları ile döşenecekti.

Bugün bu durumu teşhir edenlerden biri Taylan Kara… Kendisi, edebiyat ile kitlelerin kafadan silahsızlandırılması üzerine çok önemli tespitleri paylaşmaya devam etmekte. Bir seminer sırasında paylaştığı detaylardan biri de, toplumsal gerçekçiliğin geriye düşüşü ve onun da geliştirilebilir yanları olduğu ile ilgiliydi. Biz de tam bu tespiti konu edineceğiz.

Bu sorun ile ilgili çözümler üretmek, elbette kültür alanına daha geniş bir bilgi birikimine sahip olmayı gerektiriyor. Konu üzerine yoğunlaşmış olanlara bu bakımdan görev düşmekte. Bununla birlikte konu hakkında ışık tutacak tespitleri paylaşarak, katkı sunmaya çalışacağım.

Türkiye özelinde, Toplumsal Gerçekçilik zirve yaptığı sırada onun “aşil tendonu”na ışık tutan tespitlerden birini Hikmet Kıvılcımlı’ya aitti. Hikmet Kıvılcımlı, Toplumsal Gerçekçiliğin ustaları ile birlikte çalışmalar gerçekleştiren, dolayısıyla onun eksiklerini de en önce görebilecek olanlardan biriyidi. Daha toplumsal gerçekçiliğin üstte güreştiği yıllarda, tespiti şöyle idi Kıvılcımlı’nın:

***

“Bunların içinden önce Reaksiyoner Sosyalistlerden Feodal Sosyalizmini ele alalım. 

Feodalizm, tarihen, tarihçe yıkılmaya mahkûm bir sınıftır. Bu sınıfın sosyalizmi ne olabilir? dendiği zaman… Bu sınıf, tabiî kuyruk acısı var, kapitalistler onları iktidardan alaşağı etti, ona karşı affetmez bir kin besliyor ve tabiî bu kinini, Modern Toplumun ileri gidişi içinde toplumu geri almak biçimiyle tatmin etmenin yolu yok, onu seziyor. 

O zaman ne yapsın?

“Dur, ben de sana bir sosyalizm çıkarayım ki… Sen beni yıkar mısın? İşte seni de sosyalizm yıkacak, ey zıpçıktılar! falan filân diye başlıyorlar kapitalizme karşı derebeyiler, Derebeyi Sosyalizmi eğilimi biçiminde bir yığın saldırılar yapmaya…

Ve bu Derebeyi Sosyalizminin Türkiye çapında çok ilginç uygulamalarına şahit olduğumuz için, ben biraz vaktinizi uzunca bile almayı göze alarak, bazı pasajları aynen okumayı tercih edeceğim. Diyor ki Kurucular:

“(…) Artık Derebeyi Sosyalizmi için ciddi bir siyasi mücadele söz konusu değildi. Ona edebî mücadeleden başka yapacak hiçbir şey kalmıyordu.” (Marks – Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 6. Baskı, Sayfa 143)

Hatırlarız, Türkiye’de Sosyalizm, yani en ciddi bir konu imiş gibi, daima edebiyat, edebiyatta sosyalizm oldu. Hâlâ da öyle. Bu tesadüf değil… Türkiye’nin derebeyi artığı, derebeyi kalıntısı toplum oluşundan, Türkiye’de çıkan ve en zirve gibi gözüken, çoğumuzun da çok değer verdiği Sosyalizm, daima bu Edebiyatçı Sosyalizm oluyor. Yani bir şiir yazdık mı yahut bir roman döşendik mi; “İşte sosyalizmin son sözünü biz söyledik… Artık üstâd-ı âzam’ız [en büyük üstadız]… Ve zaten yapılacak başka bir şeye de lüzum yok…”

Bu tip şey, Ustalarımızca Feodal Sosyalizmi diye tarif edilmiş. Enteresandır ve hâlâ da bugün Türkiye’de egemen bir eğilim olarak özellikle aydınlar içinde yer tutmuştur. O bakımdan, ibretle, Feodal Sosyalizmin bu tipini göz önünde tutmak faydalı olur.

“(…) Ama edebiyat alanı bile, eski saltanat söz ebeleri için olanaksız kalıyor. Sempati uyandırmak için, kendi çıkarlarını bir yana bırakıp, burjuvaziye karşı sırf sömürülen İşçi Sınıfının çıkarını bir ithamname [suçlama yazısı] olarak kullanıyorlar. Kendisine kalan tatmin, yeni efendisine karşı küfürbazca mısralar terennüm etmek, onun kulağına az çok tehditlerle gebe kehanetler üfürmek cesaretini bulmaktır.” (agy, Sayfa 143)

Bütün yaptıkları bu edebiyatın, birtakım acıklı yas havaları, ağıtları yaymak ve sık sık, işte ona gene Almanca “Drohen” diyor (Fransızcada da yok onun tam karşılığı; onun için çok yanlış yapılmış Fransızcada da, yanlış tercüme ediliyor daima… Türkçede bir “zılgıt” var yani, sen görürsün, bak, sana sosyalizm ne yapacak, der gibi…) böyle gümbürdeyerek, gök gürültüsü gibi (edebî biçimlerde tabiî) yeni çıkan, iktidara yeni gelen burjuvaziye karşı, eski derebeyi efendileri yahut onların sözcüleri tehditle zılgıt yağdırıyorlar. Edebi alanda tabiî…

İşte “(…) yürekler parçalayıcı, ruh dolu, acı yargılar ortaya atarak, burjuvaziyi kalbinden vururlar.”, diyor. 

Bir vuruşta öldürüyorlar, edebiyatla. Bu, bizim genellikle egemen sosyalizm akımlarımızın karakteristiği oluyor. 

Bu edebiyat alanındaki görünümümüzün, eğer bir siyasi örgüt biçiminde, yani toplumda bazı insanları harekete geçirmek biçiminde bir gelişmesi olursa, gene Feodal Sosyalizme has bir ikinci karakterle karşılaşıyoruz. Onu da şöyle ifade ediyorlar: 

“[Halkı arkalarında toplamak için] bu Feodal Sosyalizminin elinde tuttuğu, sallandırdığı bayrak [proleter dilenci torbasıdır]” 

(Onun tam Türkçesi de yok, tam karşılığı da… Fransızlar “dilenci torbası”, İşçi Sınıfının “dilenci torbası”dır, diyorlar… Ama değil. Yani “züğürt dağarcığı”… Onu alıyor…) 

Bak, İşçi Sınıfının yiyeceği içeceği yok, falan diye, onu bayraklaştırıyorlar. Fakat bunlar, bu bayrağı alıp da öne düştüler de, artlarına da kimi insanlar takıldı mı, ne oluyor?

Onu gene Marks’ın o sevimli cümlelerinden biriyle şöyle ifade edilmiş buluyoruz: 

“(…) Ama halk bunların artlarına takılıp da gerilerindeki derebeyi armalarını görür görmez, saygısızca kahkahalarla darmadağın oluyor.” (agy, Sayfa 144)

Yani, derebeyi öne düşüyor, derebeyi sosyalisti… Arkasından da bir sürü adam. Ama giderken, bir de bakıyorlar ki: Aaa, bunun arkasında derebeyin arması var. Başlıyorlar gülmeye… 

Tanıdınız mı bu adam kimdir?

E, bizim TİP’in meşhur asilzadeleri… İşçi Sınıfının önüne düşünce, bir de bakıyoruz ki, arkalarından saklı armaları çıkıyor ve kahkaha ile gülüyoruz. Ve bu işi darmadağın ediyor. Demek ki, Türkiye İkinci Derebeyi Sosyalizmi tipi olarak bu tipi de yaşadı. İnşallah bundan sonra bu tip sona erer artık. Bu armalarıyla giderler.

Bir üçüncü tip var, gene derebeyi artığı Türkiye’nin bugünkü havasına uyan; bu da, politika pratiğinde biraz etken olmaya başladı mı bu Derebeyi Sosyalizmi, bakıyoruz, bütün edebiyatı, işte genel sözler var: Sadakat, Aşk, Şeref falan… Bunlar derebeyi için, yani birinci derecede yüksek değer, bu gibi sözler oluyor. Fakat pratiğe girdi mi, sadakatin yerini yün ticareti alıyor, aşkın yerini pancar şekeri alıyor, şerefin yerini de keskin rakı (“Şnaps” diyorlar) alıveriyor.

Fakat tabiî bu işin yalnız ideolojik tarafı… Bir de pratik tarafı var ki, trajedi orada kendini gösteriyor. Bunlar, İşçi Sınıfına karşı, iş biraz ciddiye bindiği zaman, İşçi Sınıfına karşı her türlü zor kullanmaya katılıveriyorlar. Ki, bu Sosyalisti de herhalde hatırlıyoruz, bizim toplumumuzda son günlerde, son senelerde: Ortanın Solu… Sosyalistiz, Sosyal Demokratız, diyorlar. Fakat feodal artığı bir sosyalist oldukları için, Demirel; “Ben baskına gidiyorum, Teknik Üniversiteye”, dedi mi, “İyi ediyorsun” diyorlar, perde arkasından. Üçüncü tipi demek Derebeyi Sosyalistinin bu oluyor

Tabiî bu karakteristik, görüyoruz, 100 küsur yıl önce dünyada yapılmış. E, Türkiye’de biz henüz bugün bunların tecellileriyle [ortaya çıkışlarıyla] karşılaşıyoruz.

Feodal Sosyalizmi üzerine daha çok durmaya değmez.” [1]

***

Yerli ve yabancı burjuvazi, sansürden tahrife kadar elindeki tüm silahları ile, Toplumsal Gerçekçiliğe saldırdı. Bu reddedilemez bir gerçeklik. Bununla birlikte “Edebiyatçı Sosyalizm”in Bilimsel Sosyalizme dönüşümü de sağlanamadı. SSCB’nin büyük geri sıçraması sonrasında  “Küçük ABD” olarak geriye giden insan kalitesi, bu kaliteye göre bir edebiyata denk düştü. Toplumsal gerçekliğe ikame edilen “lümpenliğe övgü” edebiyatı oldu.

Bugün bu edebiyatın köşe başlarını tutanlar o kadar cesaretliler ki, Toplumsal Gerçekçiliğin önemli kuramcısı Lukacs’a “köylü” diyerek küçümseyebiliyorlar. [2] Ahmet Altan, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Selahattin Demirtaş gibi Tefeci-Bezirganlıktan ideolojik besin almış kişiler, “sol” etiketle pazarlanabiliyor. Uzatmayalım, emperyalizm bu konuda görevini yapıyor.

Bütün bu saldırılarla birlikte, yirminci yüzyılın Toplumsal Gerçekçileri – Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali başta olmak üzere – bugün sansürlü de olsa okunuyor, kitapları elden ele dolaşıyor. “En çok okunanlar” listesinde sık sık görmekteyiz onları. Okuyanların bazıları “ben de sosyalistim” diyor, parababaları düzenine karşı öfke hissediyor. Ama mesele olayları bilimsel bir tahlil içinde değerlendirmeye gelince, ya bunun gereklerini yerine getirilmiyor, ya da Emperyalizmin hazır olarak sunduğu – ve tabii ki lümpenliğe övgü edebiyatının da içinde olduğu – saçmalara doğru geçiş yapılıyor.  Bu durumu, gericiliğin moda olması şeklinde değerlendirebiliriz. Oysa Toplumsal Gerçekçilik “yenilgi yılları” içinde bile alan yaratabildi. “Babil artığı” bir aydın ortamında bile, Bilimsel Sosyalizmin gerekleri kısmen yerine getirilerek bu başarılmaktaydı.

Toplumsal Gerçekçiliğin, üstte güreşen konuma tekrar dönmesi, özellikle bugün daha da yükselen toplumsal tepkiler sürecinde hem olası gözüküyor, hem de bir ihtiyaç. Bu noktada sinemada ilk kıvılcımlar tutuştu (daha önce bahsetmiştik).

Peki, hangi ilkeleri benimseyerek bu gerçekleşecek? Bunun için nasıl bir sanatı savunduğumuzu aktarmamız gerekecek

Devrimci Nurullah Ankut, devrimci sanatı şöyle tanımlamakta;

“Biz tabiî ki devrimci olarak; devrimci sanatı savunacağız. Ama devrimci sanat dediğimiz zaman bu, bizim eylemlerimizde yaptığımız, konuşmalarımızda yaptığımız gibi sloganlar atan bir sanat olmaz tabiî. Öyle olursa duygular orada güme gider. Estetik değerler güme gider.  Devrimci ruh, sanat eserinde elmadaki koku gibi olacak.

Öylesine sinecek ki her tarafına eserin… O çığlık atmayacak, slogan atmayacak, bağırmayacak. Ama onu estetik bir haz alarak izleyen her kişi, o devrimci mesajı ruhunda hissedecek.” [3

Bir tarafı ile sanat, “ol” deyince olan bir şey değil, üretimi çok farklı bir süreci ve birikimi gerektirmekte. Bununla birlikte günümüzde kafadan silahsız hale getirilmiş ve en temel insanlık değerlerinden yoksun geniş yığınları dönüştürmeden, nasıl insanların yüreğine girebilecek? Gericilik kasırgasının estiği günlerde, insanlarda nasıl ihtiyaç yaratacağız? Nurullah Ankut, bu noktada bir çelişkiyi daha göze batırmakta

“Mesela Kıvılcımlı için “şair” dendi. Ben katılmıyorum Usta’mın şairliğine. Usta’m mantık ve bilim insanıdır. Şiirlerinde bir şiiriyet de göremiyorum ben. 

Marks’ın da şiirleri var. Orada da bir şiiriyet göremiyorum. 

Zaten iyi şair olursanız, iyi bilim insanı olamazsınız. Böyle bir çelişki var hayatta. Çünkü iyi duygu insanı olursanız, duygularınızın yönetiminde kalırsınız, etkisinde kalırsınız. Gerçeklerden koparsınız. Gerçeği tam olarak göremezsiniz, atlarsınız gerçekleri.” [4]

Bilim insanı ya da teorisyenin besinini aldığı düşünce ile sanatçının besini aldığı duygu arasındaki işbölümü ve kavrayış farkını, Hikmet Kıvılcımlı şu şekilde ifade etmekte;

“Bilimler de felsefeler de ince olsun kaba olsun, hep yüzeyde kalan duygulara kapılmaksızın düşünceye tutkun olurlar. Niçin? Çünkü duygular, kaynakları bakımından insanın dışında, yüzerinde kalan izlenimlerdir. Göze, kulağa, deriye, mukozaya dayanırlar. Canlılıkları, etkileri ne denli keskin ve çekici olursa olsun, duygular bir anlıktırlar. İnsanın o andaki durumuna bağlı kalırlar. O yüzden gelgeç, üstünkörüdürler. İnsanlar, hep geniş yığınların hayvanlaştırdıkları toplumlarda, çoğunlukla duygularla itilir ve kımıldarlar. O yüzden büyük çoğunluğa konuşan güzel sanatlar önemlidirler. Ancak duygu etkilerinin gelgeçlikleri, üstünkörülükleri, aldatıcılıklarıyla yarışabilirler.

Düşünce tutkunluğu bütün o duyguların yalnız bir kişide bıraktığı izlenimlerle yetinmez. Bütün bir toplum insanları üzerinde bıraktıkları izlenimleri de topyekûn karşılaştırıp eleştirir. O kadarla da kalmaz: İnsanlık yalnız belirli bir çağda yaşayan ve bir daha geri gelmemecesine yok olan bir varlık değildir. Her gün biraz daha genişleyen bir tarih ve tarih öncesi bin, milyon yıllar boyu var olagelmiştir, izlenimlenegelmiştir. Düşünce, yalnız bir kuşak insanın değil, bütün insanlık kuşaklarının toptan izlenimlerini tüm olarak karşılaştırıp eleştirir. Duygulara bakarak, düşüncenin, sürekliliği ve derinliği buradan ileri gelir.” [5]

Bir bedende iki biçimin yer alamadığı ortada. Spor güzelsanatında da bu böyledir, her sporun ayrı çalışma biçimleri, ayrı çalışma programları, ayrı vücut bakımları bulunmakta. Oysa diğer yandan biliyoruz ki yaşam, zıtlıkların birliği olarak ilerlemekte. Toplumsal Gerçekçiliğin beslendiği damar da her zaman bu birlik olmak durumunda.

Bu denklemde eksik kalan ve “tıkalı” olan damarı şöyle açıklayalım. Geçmişe dönüp baktığımızda, Toplumsal Gerçekçi sanatçıların büyük kısmı bir yığın örgütünde ya da bir partide örgütlü olduğunu görmekteyiz. Lenin tarafından “güzel sanat” olarak betimlenen devrimciliğin bir tarafı teoride, bilimsel yönde olmakla beraber, bir tarafı da yaşamın kendisinde. O yaşamı betimleyecek, hayal gücü ile öngörecek olan sanatçılar olmakta.

Bugüne baktığımızda sanatçılar böyle bir ortam içindeler mi? Örgütlü İşçi Sınıfı aydını, örgütlü sanatçı ile bilgilerini mihenk taşına vurabiliyor mu? Çok az örnek görebiliriz. 1950 öncesi Türkiye Komünist Partisi’nde, gericilik yıllarına rağmen böyle bir ortam vardı. Sonrasında TİP içinde çok sayıda sanatçı üye bulmak mümkündü. Bununla birlikte bugün örgütlü olmak, “günah” ile eş tutulmakta.

Aydın ya da sanatçı olunca örgütlü olmak ya  da taraf olmak, olguları kavramaya engel olarak görülmekte. Bu tip “Sınıflarüstücülük” torbasının içinden ise “lümpenliğe övgü” ve gerici bir tabaka olan lümpenliğin dileklerini dile getiren (Bu siyaset, bugün kendisini “New Green Deal” olarak adlandırılan bir başka tür “Feodal Sosyalizm” ile ortaya çıkarmakta)   “kimlik siyaseti” fışkırmakta. Oysa olguları kavramaya engel olan, tam da bahsettiğimiz organların olmaması ve bunların içinde bilgi aktarımının yapılmamasıdır. 

Sanatçı ile teorisyenin birlikte yer aldığı ortamlar hiç mi yok? Sağda solda gördüğümüz “Kültür Merkezleri” ne güne duruyor? Burada belirttiğimiz biçimin aksine, bu ilişkiyi karikatürize eden iki eylemliliği görüyoruz.

Birincisi; bilimsel olarak değerlendirilmesi gereken bir olayı sanat eseri üzerinden değerlendirmek. Antik çağlar açısından, bilgi kaynaklarının kıt olduğu süreçlerde sanat eserleri, tarihsel olayları öğrenmemize vesile olan kaynaklardan biridir. Bununla birlikte, yine de olayın kendisini sunmaz. Bahsettiğimiz durum bundan da vahim, yakın tarihe ait tartışmalarda Nazım Hikmet’in bir şiiri “kanıt” olarak sunulabilmekte. Daha yaygın bir örnekle, karşı devrimciliği teşhir edilen [6] George Orwell’ın kitabı ya da bir Aleksandr Soljenitsin safsatası, “eleştirel bir tarihsel kanıt” olarak sunulabilmekte. Sanatın teoriye tahakkümü ile hareket eden gruplar, maalesef az değil.

İkincisi; sanat eserini bir teoriyi kabul ettirme noktasında fazlasıyla didaktik (öğretici) bir biçime sokmak. Toplumsal Gerçekçi eserlerin tümünü bu kategoriye sokmak gibi bir genelleme de mevcut, bahsedeceğimiz örnek bu genellemenin yanlışlığı olmayacak (ki Toplumsal Gerçekçiliğin üstte güreştiği dönemlerde, “güzel sanat” niteliği ile kitlelere bilgiyi aktarabilen, dengeyi tutturabilen çok sayıda eser de mevcut). Bu biçimin varlığı, genel olarak sanatçıya “şöyle bir ihtiyaç var, buna göre eser üretilebilir mi” şeklindeki talep ile meydana gelmekte. Yani bir fikirden çok, bir “zor”u ön plana çıkaran bu tarz ile üretilen eserler, sanatsal olmaktan uzak hale gelmekte. Ülkemizde bu tip bir üretim çabası da mevcut, bunu da çeşitli politik sorunlardan dolayı yapmaktalar. Yine de tutarlı ya da “Toplumsal Gerçekçi” tarzı diriltecek bir yöntem değil.

Kısacası, ihtiyaç ortada. O ihtiyacın yakıcılığını da, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 1967 yılında, Dost Dergisi’ndeki yazısındaki satırları ile,tekrardan hatırlatalım;

“Türkiye ne Ankara’nın Kızılayından, ne de İstanbul’un İstiklâl Caddesinden ibarettir. Halkımızın durumu işte ortadadır. Verilen savaş bellidir. Her konuda, sessiz veya sesli bir ölüm-kalım savaşı içine girilmiştir. Sanatçının, edebiyatçının toplumda bir yeri, bir görevi varsa eğer, bu görevi yerine getirmenin günü çoktan gelmiştir. Emperyalist ülkelerin şımarık burjuva sanatına özenip, kişisel bunalım ürünlerini bu halkın önüne sanat diye, edebiyat diye sürmenin gereği yoktur.! Yan çizmekse, budur yan çizmek; kaytarmaksa, budur kaytarmak; sorumsuzluksa, budur sorumsuzluk.! Ben sanatçıyım, ben edebiyatçıyım diyen kişi, külahını önüne koyup düşünmeli, Kayacan’ın dediği gibi, yıkılmışsa yıkılmışlığını, yenilmişse yenilmişliğini, ezilmişse ezilmişliğini anlatmalıdır. Meyhane dırdırlarıyla, pastane fiskoslarıyla, ucuz kahramanlık masallarıyla geçirilecek vaktimiz yoktur. Bu halkın sanatçı adı altında, edebiyatçı adı altında birtakım kaytarıkları beslemeğe gücü kalmamıştır artık.” [7]

[1] Hikmet Kıvılcımlı – Dev-Genç Seminerleri, Derleniş Yayınları, sy. 93-96
[2] Taylan Kara – Orhan Kemal Roman Ödülü nasıl verilmemelidir? (Orhan Kemal’in anısına saygıyla)

[3] Nurullah Ankut – Edebiyata Dair, Derleniş Yayınları, sy. 32

[4] Nurullah Ankut – Lenin Sonrasının Marksizmi-Leninizmi Işığında Dünya ve Türkiye Cilt: V, sy. 181

[5] Hikmet Kıvılcımlı – Hegel ve Felsefe Notları, Nota Bene Yayınları, sy. 175-176
[6] Gerçek George Orwell[7] Bahsi geçen kişi, yazar Feyyaz Kayacan’dır. Made In Turkey, Tek Yayınları, sy. 228

Özgür'ce düşünce

2021 yılının en iyi 10 metal albümü

2020 yılı kötüydü, daha kötü günler 2021’de devam etti. Yakınlarımızı kaybettik, ekonomi en dibe vurdu, “bu da olmaz” dediğimiz tüm yozlaşmalar yaşandı. Pandemi belasının sona ermesi beklenirken, sürü bağışıklığı yoluna gidildi ve insanların sağlığı, ekonomik “büyümelere” tercih edildi.

Tüm bu gerçekliği olduğu gibi dile getirenlerden biri de yine müzik oldu. Aslına bakarsak, aç kaldığımız sanatın her dalında toplumsal gerçekçiliğin tekrar yükselişi gözükmekte. Geçtiğimiz sene konserlere, tiyatroya, sinemaya aç kaldıktan sonra, bu sene güzel işlerle tekrar buluşmak, sanırız 2021’e dair tek güzel noktaydı.

Dünya çapında metal müziğe gelirsek, konser ve festivallerin kısıtlı da olsa yeniden başladı. İnsanlar ne kadar konserlere aç olsa da, kısıtların olması tatları biraz kaçırıyor gibi. Diğer yandan önemli grupların çalışmaları yayınlandı. Yine yükselişte olan gruplar yeni albümleriyle dinleyici karşısına çıktılar. Her ne kadar geçen seneye göre kapsam daha dar olsa da, nitelik açısından bakımından 2021 önemli bir yıl oldu metal açısından.

Geçelim listeye… 2021’in – bana göre – öne çıkanları şöyleydi;

10) Accept – Too Mean To Die

Daha önce de belirttim, Accept benim metal dinleyicisi olmam noktasında çok katkıları olan bir grup. 2010 yılında yeniden bir araya gelen grubun 4 albümü de gerçekten çok iyi. Hala hak ettikleri saygıyı görmediklerini düşünüyorum. Bununla birlikte, bu albüm öncesinde Accept açısından sıkıntılar çoktu. Önce bir tekli çıkardılar – Life’s a Bitch – , eski tarzlarına çok yakın bununla birlikte bence “olmamış” bir tekliydi. Sonrasında grubu tekrardan ayağa diken Mark ağabeyin oğlu, pisi pisine gitti. Grupta bir sürü eleman değişikliği oldu. Tüm bu konsantrasyon dağınıklığında bu albüm de son 4 albüme göre bir tık daha geride. Bir önceki albümde “su gibi akacağız” demişlerdi ve öyle olmuştu ama bu albümde belirsizlik bir parça fren oldu sanıyorum. Yine de “işte Accept be” diyerek dinlemedik mi? Dinledik. Wolf ağabeyin gitarları gitmedi mi hoşumuza? Valla gitti. Kısaca Accept yaptıkça, dinleyeceğiz.

9) In Mourning – The Bleeding Veil

Dördüncü albümleri olan Afterglow itibari ile takibimde olan İsveçli grup In Mourning… Dışarıdan bakınca benzerleri bol olan melankonik, umutları yıkan bir havası olsa da parçalarda iç baymayla alakası olmayan akıcı melodiler, grubu farklı bir yere koyuyor. Bu uzlaşmazlığı birleştiren formül hoşa gitmekte her türlü, iş biraz bunu nasıl yorumladığına kalıyor ve In Mourning burada çok güzel yorumlar katıyor. Bununla beraber kendi tarzlarına yakın gruplar yanında akla hemen gelen, bir çırpıda sayılan gruplardan biri olamadılar hala, belki bunun için biraz geriden geliyorlar ama bu durum, onların işlerinin değerini düşürmüyor.

8) Alien Weaponry – Tangaroa

Çıktığından beri döne döne dinlediğim albümlerden biri Tangaroa… Alien Weaponry zaten Tû ile bayağı yüksek bir çıta belirlemişti ve gelecek için beklentileri arttırmışlardı. Diğer yandan albüm beklentilerin altında olarak değerlendirilmekte. Bazı eleştiriler haklı olsa da, şarkıların özgün olmaması, bazı parçaların akışı bozması gibi gerekçeler öne sürülmekte, ben bunu bu sene gereksiz yere yükselen “anti-Gojira”cılığa bağladım. Grup bence öykünen işler yapmak noktasında, hatta cover yapmak noktasında çok genç, bunlara açık bir grup. Bugün severek dinlediğimiz her grup bu yoldan geçti. Başta da belirttiğim gibi beklentiler yüksek olunca, böyle bir eleştiri ile geçiştirildi albüm. Diğer yandan, albümde benim açımdan bulunması gereken her şey var, akıcılık, öfke, isyan ve epiklik… Bunları da kendi tarzlarını da katarak yapmaları, işlerini değerli kılmakta.

7) Carcass – Torn Arteries

Yılın beklenen geri dönüşlerinden biri Carcass’ın albümüydü. Pandemi nedeniyle ertelenen albümleri, bu yıla kadar sarktı. Çok farklı türlerden metal gruplarını etkileyen ve rahatlıkla türünün en iyileri arasında sayılabilecek grubun son albümü üzerinden sekiz yıl geçti. Dolayısıyla benim açımdan gündemime çok geç girmiş oldu. Kendileri hakkındaki beklenti, grindcore yaptıkları dönemdeki gibi asma, kesme, biçme şeklinde olsa da, bu albümdeki “öfkeli ama kararlı” formülle de güzel iş çıkardılar bence. “Flesh Ripping Sonic Torment Limited” başındaki sessiz sakin gitar girişi ve sonra Allah ne verdiyse abanamalar benzeri çelişkileri kullanmak hoş detaylar.

6) Exodus – Persona Non Grata

Exodus, yine basiretli bir şekilde yorum yapmamız gereken gruplardan. Her zaman belli bir çizgi üzerinde olan, Thrash metal damarlarından biri. Onların da bir bakıma geri dönüş albümleri oldu, 7 yıl geçti son albümden beri. Benim açımdan bir özellikleri daha var, “kitabın ortasından konuşan” bir söz yazımları var ve ana akım gruplardan biri olduğu için bu biraz az bahsedilen bir özellikleri. ABD’de 2020 isyanlarının ardından sanatın her alanına etki eden bu tutumu, albümlerinde sürdürüyorlar. Bu bakımdan, metali yeni dinlemeye başlayan birinin Big Four’dan sonra (ki Exodus bu gruplara damar olan gruplardan biri) Exodus ile tanışması çok değerli bir gelişim olurdu bence.Diğer yandan, akan giden rifler, hız, isyan yani her yönü ile benim açımdan “olmuş” bir albüm var. İstediğimiz her şeyi veriyorlar, daha ne olsun?

5) Soen – Imperial

2019’da Soen’i övgülere boğduk, yere göğe sığdıramadık, progresif metalin büyük başları arasında saymaya başladık, konserlerine biletimizi aldık, dönüp dönüp dinledik. 2 yıl sonra gelen Imperial, bence aynı çizgiyi devam ettiren, Soen’e artı olarak yazacak albümlerden biri. Ama… albümde bir sıkıntı var, hani 10 üzerinden 10 diyecekken elimizi geri çeken bir şeyler var… Tabii ki diğer gruplarla kıyaslamaların, öykünme ithamlarının getirdiği değerlendirmeler bir yana, çok önemli bir konu var. Buna en net örnek, hiç kuşkusuz albümün tam ortasında yer alan ve tam ortasında tempoyu düşürüen – kesinlikle kötü bir parça değil, bütünlük içinde söylüyorum – Illusion’da kendisini gösteriyor. Metanetli bir öfke içindeyken, üzgün atan ve bünyeyi pamuk gibi yapan bu parça “la sanki malzemeden kaçınmışlar” hissi veriyor… Bu noktadaki eleştiriler haklı olsa da, Soen yürüyeduracak.

4) Cannibal Corpse – Violence Unimagined

Has ve öz Death Metal okulu damarından Cannibal Corpse, şurada yer alıyorsa “yiğidi öldür, hakkını yeme” düsturu sebebi iledir. Gerçek dünyada kan, vahşet, şiddet yeterince normalleşirken, bunu olduğu gibi veren tarzı olumlu göremiyorum. Bununla beraber, arkadaşlar müzikal açıdan öyle bir albüm yapmış ki… Yani neresinden baksak kaliteli. Aslında gruba yeni elemanlar katıldı albüm öncesinde, bir alışma devresi olabileceği düşünülürken, su gibi akan bir çalışma sundular dinleyicilere. Diğer yandan sürdürdükleri türün çeşitli yüklerini taşıyan bir grubun, her şeyin çok çabuk değiştiği günlerde böylesine sağlam kalabilmesi de başka olumlu bir yön.

3) Gojira – Fortitude

Çok yakın zamana kadar, Gojira benim tartışma alanımda olan bir grup değildi. Hatta ilk gözüme çarptığında, çok da fazla ilgimi çekmemiş, grubun diğer albümlerine inmeyi de ileriye bırakmıştım. Şu anda ise The Way of All Flesh, en sevdiğim albümlerden biri. Yine politik bir tutum alması dolayısıyla da – her ne kadar görüşlerinin tamamı ile uzlaşmasam da – Gojira benim için iyi işler yapan bir grup. Geçtiğimiz sene yayınladıkları teklilerle başlayan Fortitude tartışmasında, albümün bütününe bakınca belli bir dengeyi tutturduklarını düşünüyorum. Yani hem yeni şeyler deneyip, hem de Gojira’ya özgü yorumu kullandılar. Another World, tekrar tekrar dinletti mesela kendisini ve melodik olarak zengin bir tekliydi bence. Bununla birlikte albümde en hoşuma giden kısım, albümün sonu oldu çünkü akıcı, Gojira’ya has ve duymak istediğimiz parçalar bunlardı. Tartışmaları tetikleyen de bu nokta oldu, yine de albümün yılın en iyilerinden olduğunu düşünüyorum.

2) Jinjer – Wallflowers

Bu yıl en çok dinlediğim gruplardan biri Jinjer, sadece son albümlerini değil, diğer albümlere de dönüp dönüp dinledim. Pandemi öncesinde ivmeleri hep yukarı doğruydu, müzik dergileri onlardan bahsetmekte, konserlerde listelerin üst sıralarına doğru ilerlemekteydi kendileri. Önleri bayağı açık ama bu sadece Tatyana’nın “olağanüstü” karşılanan vokalleri dolayısıyla değil, bence enstrüman anlamında da çok güçlü bir grup Jinjer. Bu doğrultuda Wallflowers‘a bakarsak, onları bir adım sonrasına taşıyacak bir yer sağlamlaştırma albümü. Pandemi sırasında, işlerin merkezinin havasını solumak adına ABD’de idi grup.

Özellikle albümün son parçası Mediator’daki enstrümanların azami performansla kullanımı gerçekten heyecan verici ve dilerim böyle dokunuşlarla devam ederler dilerim.

1) At The Gates – The Nightmare of Being

Gelelim en iyilerin en iyisine… Tüm zamanların en iyi Death Metal albümlerinden birini yapmış, aradan geçen bunca yıla – ve yükselen çıtaya – rağmen kaliteli üretim yapabilen At The Gates, bu yıl benim için bir adım daha öndeydi. Bir önceki albümlerine göre deneylerin olduğu, bununla birlikte detaylarda çok güzel dokunuşların olduğu albümü, bayağı bir döndüre döndüre dinledim – bu sene alabildiğim tek albüm kendilerine ait – Benim en çok sevdiğim taraf, grubun birleşmeden sonra çıkardığı tüm albümler arasında birer bağlantı olması ve sözlerin bu bağ içinde bulunması. Diğer yandan, grubun biraz farklı dinlemeler ve öykünmelerde olduğu açık, bunu kendi tarzları ile “bağlamak” gerçek bir ustalık işi ve bence albümü özel yapan detay burada yatmakta.

Bir taraftan listeye giremese de değinmeden geçemeyeceğim albümler var. Trivium – In the Court of the Dragon, Angelus Apatrida‘nın grupla aynı adlı albümü, Ukraynalı grup 1914Where Fear And Weapons Meet, Alman grup Knife‘ın grupla aynı adlı albümü ve The Lurking FearDeath, Madness, Horror, Decay (At The Gates elemanlarının da yer aldığı yan proje) albümleri ile 2021’de çıktıktan sonra dinlediğim albümler oldu.

Bir de bekleyip de gelmeyenler var… Ah ah… Architects ve While She Sleeps‘in neden 2018’den sonra çizdikleri yol, bayağı özletiyor kendilerini. Düşünün ki bir albümde Parkway Drive ve Architects ortak iş yapıyor, o albümde diğer tüm parçalar farklı bir yolda. Neyleyelim?

Türkiye’nin en iyisi

Diabolizer – Khalkedonian Death

Aydos’un komşusu, metal müziğin kalbinin attığı Khalkedon’un en sağlam metal gruplarının bir araya gelip Voltran’ı oluşturduğu Diabolizer, bu sene hangi taşı kaldırsak oradaydı. Benim eksiğim, denk gelip dinleyememiştim ama ilk dinlemem tekrara sarmama yetti. Memleketimizin çok değerli büyükleri af buyursunlar, kendileri bu sene en iyi olarak anılmasa büyük haksızlık olacak. Dilerim ki uluslararası alanda en tepelere oynarlar, diğer yandan Türkiye’de de hak ettikleri ilgiyi görürler.

Yazılarım

“Grev” bizi anlatıyor!

Neyseo’da yayınlandı…

Uyarı: Yazı, filmdeki belli kavram ve karakterlerden bahsetmekte.

Boyalı medya, her yeri kirletiyordu. Birinciliği tabii ki İşçi Sınıfı mücadelesini kirletmeye verdiler. Konu bu olduğunda bir dolarını bile boşa harcamayan Emperyalizm, sanata geldiğinde de tabii ki gereğini yapmaya mecbur. Onların ürettiği filmlerde varılan noktanın, tüm mücadelelerin gereksizliği ya da Post-Modernizmin ürettiği çözümler olduğu bir süreçten geçmekteyiz.

Tüm bu ezbere süreç ilerlerken, koronavirüs pandemisi süreci bir kez daha çıplak bir gerçeği ortaya çıkardı; sınıf mücadelesi son sürat devam ediyordu ve “Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdı.”  Tam da Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile; memleket özelinde “Burjuvazi bizi is­tediği kadar ezsin, sıksın, kapasın, biz bir de­lik bulup kızıl soluğumuzu halka duyuracağız” dediğimiz günlerde, sandıkların bir köşesinde duran mücadele hikayeleri, beyaz perdede bir delik bularak “Sen Ben Lenin”, “Hakikat” ve “Grev” filmleri ile art arda geldiler. Tabii ki politik film yapmanın pek tercih edilmediği dönemde, gözlerimiz de bu filmlere döndü.

Grev filmini izleyebilenlerden biri olarak, filmle ilgili gözlemlerimi aktaracağım. Hiç kuşkusuz ki, başta da belirttiğim gibi politik filmlerin genelde “gerçekçiliğe” yer vermeye burun kıvırmasından ötürü, gerekse film kadrosundan dolayı doğal olarak başta belirttiğimiz önyargı ile yaklaştım izlemeden önce.

Grev filminde en tanıdık iki yüzden ilki Pelin Batu. Son dönemlerde yıldızı parlatılarak her taşın altından çıkarılan ve liberal siyasetlerle ortak çalışmalarda bulunan Batu’nun, işçi sınıfı mücadelesini anlatan bir filmde rol alması, en başta belirttiğimiz kaygıları duymaya sebep oluyor. Yine La Casa De Papel adındaki “ortalama muhalif” dizisinde oynayan Itziar Ituño da tanıdık yüzlerden.

Filmle ilgili, sinema sanatı yönünden ya da tarihsel tutarlılık yönünden eksik görülen taraflar olduğu belirtilmekte. Sinema yönünden, film fazlasıyla didaktik bulunmakta ki, ben bundan rahatsız olmadım. İlk sinema denemesini gerçekleştiren yönetmen Metin Yegin‘in bir belgesel yönetmeni olmasının etkisi bulunabilir. Bununla birlikte, günümüzde artık nedenselliği sıfır olan bir eğitim sistemi içinde yetişen gençlerimiz gibi, eğitim bile alamayan ve kendi hikayeleri anlatılan işçilerimizin bu ayarında didaktiklikten sıkılmanın aksine, hoşlarına gideceğini düşünmekteyim.

Filmde değinilmesi önemli olan noktaları kabartılandırmak daha uygun olacaktır. Bildiğiniz gibi, tarihsel bir film olsa da Post-Modernizmin gözlere sokulması, günümüz sinemasının şanındandır. Grev’in en güzel tarafı, bundan eser olmaması… Film, gerçekliği en çıplak, en somut şekilde ve çözümü de göstererek ortaya koymakta.

Yıl 1910… Henüz kırılamamış ve İkinci Enternasyonale hakim Batı-Merkezci düşünce, Osmanlı’daki ilk Marksistler, Hristiyan köylünün hızla mülksüzleşmesi ve işçileşmesi, Türk köylüsünün bugüne bile etkileri kalan “modern proleter olamaya çalışma” hikayesi, ataerkil Osmanlı’da kadınların katmerlenen sömürüsü, İttihat ve Terakki öncülüğünde Rum, Ermeni ve Müslüman egemenlerin Avrupa Emperyalizmi ile işbirliği, burjuvazinin tetikçisi Tefeci-Bezirgânlar, Modern Türkiye’nin mimarlarından olacak olan – daha sonra Celal Bayar olacak – genç Celal Bey’in “doğuşu”… Mete Tunçay’ın metinlerine dayanan senaryonun o dönemin fotoğrafını böylesine net çekmesi de büyük bir şans. Osmanlı’da tüm sınıf ve tabakalar, onların ilişki ve çelişkileri canlı canlı gözlerimiz önünde.

Tarihsel uyumu konusundaki en ince detaylardan biri ise, yine aynı yıl aynı başlıkla kitap olarak yazılacak olan ve sonrasında Sovyet Devrimcilerini de etkileyecek Rudolf Hilferding’in “Finans-Kapital” kavramının kullanılması. Akıllara hemen Hikmet Kıvılcımlı geliyor yine, kendisi Türkiye’ye kapitalizmin “Finans-Kapital” şeklinde giriverdiğini ve yerleştiğini şöyle aktarmakta;

“Arkadaşlarım, Türkiye’de Finans-Kapital, çok tuhaf bir olayların gelişimiyle, diyebiliriz ki batıdan hemen hemen yarım yüzyıl önce tahakküme teşebbüs etti, girişim yaptı. Hatta onu alay olsun diye bazan arkadaşlara söylerim; biz Avrupa’dan çok geriyiz, ama bu Finans-Kapital uğrunda biz Avrupa’yı çok geçtik yahu. Onlar 19. Yüzyılın sonunda Finans-Kapital tahakkümüne uğradılar. Biz 19. Yüzyılın ortasından itibaren, daha Türkiye’de kapitalizm kurulmadan, Finans-Kapitalizm teşebbüslerine giriştik. Nasıl giriştik? Bu enteresan bir gelişim oldu. Finans-Kapital, yahut tekelci sermaye deyince, bunun en oturaklı biçimi büyük kumpanyalar ve şirketlerdir, biliyoruz. Türkiye’de ilk defa 1849 yılı, bakıyoruz, bir Şirket-i Hayriye kuruluyor. İlk kumpanyası Türkiye’nin, bu gemicilik kumpanyası. Bunda iki tane hafız, bir üçüncü hafız müdür, başkan Mehmetzade Abut Efendi, bir de komprador burjuva, Teodor Kurji isminde 5 kişi bu şirketi kuruyorlar. Türkiye’de üretim yapan bir fabrika kurmadan önce, hop atlıyorlar, Avrupa’nın Finans-Kapital tahakkümü çağını açacak olan bir şirketi kuruyorlar. İlginç olan yanı bu. Ondan önce biliyoruz, Lale devrinde, ondan sonraları falan, fabrika kurma teşebbüsleri oldu Türkiye’de.” (Finans-Kapital ve Türkiye, Derleniş Yayınları – PDF, sy. 10)

Filmin en önemli özelliği, Osmanlı’ya çoktan beri girmiş olan bu biçimin nasıl işlediğinin ve nasıl Osmanlı’yı soyup soğana çevirdiğinin netçe ve sansürsüz aktarılması… Ayrıca ülkemizde haddinden fazla saygı gören ve Türkiye’de Birinci Anti-Emperyalist Kurtuluş Savaşı sonrasında Finans-Kapital egemenliğinin mimarı Celal Bayar’ın nasıl yükseldiğinin canlandırılması da, bence çok değerli bir katkı olmakta.

Filmin başka bir önemli özelliği, “sömürülen bir sosyal sınıf” niteliğindeki kadınların Osmanlı’daki başkaldırı hikayesi olması… Ataerkilliğin son derece güçlü olduğu Osmanlı’da, 1908 politik devrimi ile birlikte sınırlı gelişmeler olsa da, kadınların haftalarca grev yapması, “affedilir” bir başkaldırı değildi. Bununla birlikte kadınlar, kanunsuzluğun kanun olduğu bir Şark ülkesinde, bilinenleri ters yüz eden bir mücadele tecrübesi bıraktılar ve film bunu aktarmakta son derece başarılı. Film, kadın işçilerin gerek kullandıkları dille, kararlılıklarıyla, önderlik etmeleriyle, bugünkü kadın mücadelesi açısından önemli veriler barındırmakta.

Altını çizeceğim diğer bir yön ise, Osmanlı’dan başka ülkelere göç eden ve çoğu devrimcinin öncüsü olan işçilerin hikayesinin anlatılması. Gerek Yunanistan, gerek Ermenistan devrimcileri arasında, Osmanlı’dan gidenlerin bugünkü torunları için de önemli veriler sunduğu düşünmekteyim. Dilerim ki film, diğer ülkelerde gösterim şansı bulabilir.

Gün geçtikçe artan işçi direniş ve grevlerine düşen pay yok mu? Tabii ki var. 1908 devrimi rüzgarında henüz sendikalar yaygın değil, bu sebeple bugün sendikalar üzerinden gelişen mücadele biçimine yönelik bir veri yok. Bununla birlikte, grev kırıcılığı, ustabaşı ve aydınların iki sınıf arasında kalışı, grevcilere karşı yıldırma, işçinin kendi pratiği içinde hızlıca öğrenmesi ve “öncü”lerin işçilerden öğrenmesi, beyaz perdeye aktarılmakta. İlham alınacak çok nokta var ve bunların yansıtılması, bugünkü mücadele açısından çok önemli.

Ve Yeşil Bursa… Çoğu kişi tarafından yâd edilen güzel şehrin hikayesinin anlatılması – her ne kadar Yeşil Bursa’nın manzara olarak betimlemesi bol olmasa da –  filmin bir başka güzelliği. Hele ki Yeşil Kuşak projesi ile birlikte, cemaatlerin esir aldığı – ve betonlaştırdığı – Bursa’nın gerçek tarihinin aktarılması, onun temelinde işçilerin alınterinin olduğunun vurgulanması, yakın dönemde “Metal Fırtına” ile adını duyuran Bursa’nın gelecek hikayesi için ışık tutmakta.

AKP iktidarının fonladığı, Osmanlı tarihini tahrif eden, “boyalı” film ve dizilere karşı, böylesine gerçekçi ve gerçek anlamda epik bir Osmanlı anlatısı olması, “Grev”in bir başka özelliği. Dilerim, gelecek dönemde benzer çalışmalar çoğalır ve beyaz perdede yerini alır.