Yazılarım

Toplumsal Gerçekçilik: Su gibi ihtiyaç

Neyseo’da yayınlandı…

Yazının sona ermesinden bir gün sonra, Rusya’nın Ukrayna’ya operasyonu ile uyandık güne. Operasyon sürdüğü sırada, savaş sanat alanına da taştı. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski’nin meddahlığı ve çok sayıda sanat eserinin Ruslar tarafından yazılması dolayısıyla sansüre uğraması gündeme geldi. Emperyalizm, bir kez daha güçsüzlüğünü sanat üzerinde egemenlik kurarak örtmeye çalışmakta. Bu gelişmeler, vurguladığımız ihtiyacı daha da perçinlemiştir.

***

Emperyalizmin saldırılarının bir ayağı da kültür. Onun üzerinden egemenlik sağlayan emperyalizm, bugün tartışmasız olarak kültürde belirleyici konumda. Soğuk savaş öncesi böyle miydi? Hayır. Toplumsal gerçekçi edebiyat, dört bir yandan atakları ile “üstte güreşiyordu”. Başta ABD emperyalizmi gelmek üzere, diğer emperyalist ülkelerin bu ataklara karşı cevabı, en ufak “toplumsal” tepkiye “komünizm” yaftası yapıştırarak toplumdan tecrit etmek oldu. ABD sineması, burjuvazinin terörü sonrasında teslim alındı. Ortaya çıkan boşluğu, Frankfurt Okulu’nun demogojileri ile başlayan “eleştirel teori”ler alacak ve cehennemin yolu, “iyi niyet” taşları ile döşenecekti.

Bugün bu durumu teşhir edenlerden biri Taylan Kara… Kendisi, edebiyat ile kitlelerin kafadan silahsızlandırılması üzerine çok önemli tespitleri paylaşmaya devam etmekte. Bir seminer sırasında paylaştığı detaylardan biri de, toplumsal gerçekçiliğin geriye düşüşü ve onun da geliştirilebilir yanları olduğu ile ilgiliydi. Biz de tam bu tespiti konu edineceğiz.

Bu sorun ile ilgili çözümler üretmek, elbette kültür alanına daha geniş bir bilgi birikimine sahip olmayı gerektiriyor. Konu üzerine yoğunlaşmış olanlara bu bakımdan görev düşmekte. Bununla birlikte konu hakkında ışık tutacak tespitleri paylaşarak, katkı sunmaya çalışacağım.

Türkiye özelinde, Toplumsal Gerçekçilik zirve yaptığı sırada onun “aşil tendonu”na ışık tutan tespitlerden birini Hikmet Kıvılcımlı’ya aitti. Hikmet Kıvılcımlı, Toplumsal Gerçekçiliğin ustaları ile birlikte çalışmalar gerçekleştiren, dolayısıyla onun eksiklerini de en önce görebilecek olanlardan biriyidi. Daha toplumsal gerçekçiliğin üstte güreştiği yıllarda, tespiti şöyle idi Kıvılcımlı’nın:

***

“Bunların içinden önce Reaksiyoner Sosyalistlerden Feodal Sosyalizmini ele alalım. 

Feodalizm, tarihen, tarihçe yıkılmaya mahkûm bir sınıftır. Bu sınıfın sosyalizmi ne olabilir? dendiği zaman… Bu sınıf, tabiî kuyruk acısı var, kapitalistler onları iktidardan alaşağı etti, ona karşı affetmez bir kin besliyor ve tabiî bu kinini, Modern Toplumun ileri gidişi içinde toplumu geri almak biçimiyle tatmin etmenin yolu yok, onu seziyor. 

O zaman ne yapsın?

“Dur, ben de sana bir sosyalizm çıkarayım ki… Sen beni yıkar mısın? İşte seni de sosyalizm yıkacak, ey zıpçıktılar! falan filân diye başlıyorlar kapitalizme karşı derebeyiler, Derebeyi Sosyalizmi eğilimi biçiminde bir yığın saldırılar yapmaya…

Ve bu Derebeyi Sosyalizminin Türkiye çapında çok ilginç uygulamalarına şahit olduğumuz için, ben biraz vaktinizi uzunca bile almayı göze alarak, bazı pasajları aynen okumayı tercih edeceğim. Diyor ki Kurucular:

“(…) Artık Derebeyi Sosyalizmi için ciddi bir siyasi mücadele söz konusu değildi. Ona edebî mücadeleden başka yapacak hiçbir şey kalmıyordu.” (Marks – Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 6. Baskı, Sayfa 143)

Hatırlarız, Türkiye’de Sosyalizm, yani en ciddi bir konu imiş gibi, daima edebiyat, edebiyatta sosyalizm oldu. Hâlâ da öyle. Bu tesadüf değil… Türkiye’nin derebeyi artığı, derebeyi kalıntısı toplum oluşundan, Türkiye’de çıkan ve en zirve gibi gözüken, çoğumuzun da çok değer verdiği Sosyalizm, daima bu Edebiyatçı Sosyalizm oluyor. Yani bir şiir yazdık mı yahut bir roman döşendik mi; “İşte sosyalizmin son sözünü biz söyledik… Artık üstâd-ı âzam’ız [en büyük üstadız]… Ve zaten yapılacak başka bir şeye de lüzum yok…”

Bu tip şey, Ustalarımızca Feodal Sosyalizmi diye tarif edilmiş. Enteresandır ve hâlâ da bugün Türkiye’de egemen bir eğilim olarak özellikle aydınlar içinde yer tutmuştur. O bakımdan, ibretle, Feodal Sosyalizmin bu tipini göz önünde tutmak faydalı olur.

“(…) Ama edebiyat alanı bile, eski saltanat söz ebeleri için olanaksız kalıyor. Sempati uyandırmak için, kendi çıkarlarını bir yana bırakıp, burjuvaziye karşı sırf sömürülen İşçi Sınıfının çıkarını bir ithamname [suçlama yazısı] olarak kullanıyorlar. Kendisine kalan tatmin, yeni efendisine karşı küfürbazca mısralar terennüm etmek, onun kulağına az çok tehditlerle gebe kehanetler üfürmek cesaretini bulmaktır.” (agy, Sayfa 143)

Bütün yaptıkları bu edebiyatın, birtakım acıklı yas havaları, ağıtları yaymak ve sık sık, işte ona gene Almanca “Drohen” diyor (Fransızcada da yok onun tam karşılığı; onun için çok yanlış yapılmış Fransızcada da, yanlış tercüme ediliyor daima… Türkçede bir “zılgıt” var yani, sen görürsün, bak, sana sosyalizm ne yapacak, der gibi…) böyle gümbürdeyerek, gök gürültüsü gibi (edebî biçimlerde tabiî) yeni çıkan, iktidara yeni gelen burjuvaziye karşı, eski derebeyi efendileri yahut onların sözcüleri tehditle zılgıt yağdırıyorlar. Edebi alanda tabiî…

İşte “(…) yürekler parçalayıcı, ruh dolu, acı yargılar ortaya atarak, burjuvaziyi kalbinden vururlar.”, diyor. 

Bir vuruşta öldürüyorlar, edebiyatla. Bu, bizim genellikle egemen sosyalizm akımlarımızın karakteristiği oluyor. 

Bu edebiyat alanındaki görünümümüzün, eğer bir siyasi örgüt biçiminde, yani toplumda bazı insanları harekete geçirmek biçiminde bir gelişmesi olursa, gene Feodal Sosyalizme has bir ikinci karakterle karşılaşıyoruz. Onu da şöyle ifade ediyorlar: 

“[Halkı arkalarında toplamak için] bu Feodal Sosyalizminin elinde tuttuğu, sallandırdığı bayrak [proleter dilenci torbasıdır]” 

(Onun tam Türkçesi de yok, tam karşılığı da… Fransızlar “dilenci torbası”, İşçi Sınıfının “dilenci torbası”dır, diyorlar… Ama değil. Yani “züğürt dağarcığı”… Onu alıyor…) 

Bak, İşçi Sınıfının yiyeceği içeceği yok, falan diye, onu bayraklaştırıyorlar. Fakat bunlar, bu bayrağı alıp da öne düştüler de, artlarına da kimi insanlar takıldı mı, ne oluyor?

Onu gene Marks’ın o sevimli cümlelerinden biriyle şöyle ifade edilmiş buluyoruz: 

“(…) Ama halk bunların artlarına takılıp da gerilerindeki derebeyi armalarını görür görmez, saygısızca kahkahalarla darmadağın oluyor.” (agy, Sayfa 144)

Yani, derebeyi öne düşüyor, derebeyi sosyalisti… Arkasından da bir sürü adam. Ama giderken, bir de bakıyorlar ki: Aaa, bunun arkasında derebeyin arması var. Başlıyorlar gülmeye… 

Tanıdınız mı bu adam kimdir?

E, bizim TİP’in meşhur asilzadeleri… İşçi Sınıfının önüne düşünce, bir de bakıyoruz ki, arkalarından saklı armaları çıkıyor ve kahkaha ile gülüyoruz. Ve bu işi darmadağın ediyor. Demek ki, Türkiye İkinci Derebeyi Sosyalizmi tipi olarak bu tipi de yaşadı. İnşallah bundan sonra bu tip sona erer artık. Bu armalarıyla giderler.

Bir üçüncü tip var, gene derebeyi artığı Türkiye’nin bugünkü havasına uyan; bu da, politika pratiğinde biraz etken olmaya başladı mı bu Derebeyi Sosyalizmi, bakıyoruz, bütün edebiyatı, işte genel sözler var: Sadakat, Aşk, Şeref falan… Bunlar derebeyi için, yani birinci derecede yüksek değer, bu gibi sözler oluyor. Fakat pratiğe girdi mi, sadakatin yerini yün ticareti alıyor, aşkın yerini pancar şekeri alıyor, şerefin yerini de keskin rakı (“Şnaps” diyorlar) alıveriyor.

Fakat tabiî bu işin yalnız ideolojik tarafı… Bir de pratik tarafı var ki, trajedi orada kendini gösteriyor. Bunlar, İşçi Sınıfına karşı, iş biraz ciddiye bindiği zaman, İşçi Sınıfına karşı her türlü zor kullanmaya katılıveriyorlar. Ki, bu Sosyalisti de herhalde hatırlıyoruz, bizim toplumumuzda son günlerde, son senelerde: Ortanın Solu… Sosyalistiz, Sosyal Demokratız, diyorlar. Fakat feodal artığı bir sosyalist oldukları için, Demirel; “Ben baskına gidiyorum, Teknik Üniversiteye”, dedi mi, “İyi ediyorsun” diyorlar, perde arkasından. Üçüncü tipi demek Derebeyi Sosyalistinin bu oluyor

Tabiî bu karakteristik, görüyoruz, 100 küsur yıl önce dünyada yapılmış. E, Türkiye’de biz henüz bugün bunların tecellileriyle [ortaya çıkışlarıyla] karşılaşıyoruz.

Feodal Sosyalizmi üzerine daha çok durmaya değmez.” [1]

***

Yerli ve yabancı burjuvazi, sansürden tahrife kadar elindeki tüm silahları ile, Toplumsal Gerçekçiliğe saldırdı. Bu reddedilemez bir gerçeklik. Bununla birlikte “Edebiyatçı Sosyalizm”in Bilimsel Sosyalizme dönüşümü de sağlanamadı. SSCB’nin büyük geri sıçraması sonrasında  “Küçük ABD” olarak geriye giden insan kalitesi, bu kaliteye göre bir edebiyata denk düştü. Toplumsal gerçekliğe ikame edilen “lümpenliğe övgü” edebiyatı oldu.

Bugün bu edebiyatın köşe başlarını tutanlar o kadar cesaretliler ki, Toplumsal Gerçekçiliğin önemli kuramcısı Lukacs’a “köylü” diyerek küçümseyebiliyorlar. [2] Ahmet Altan, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Selahattin Demirtaş gibi Tefeci-Bezirganlıktan ideolojik besin almış kişiler, “sol” etiketle pazarlanabiliyor. Uzatmayalım, emperyalizm bu konuda görevini yapıyor.

Bütün bu saldırılarla birlikte, yirminci yüzyılın Toplumsal Gerçekçileri – Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali başta olmak üzere – bugün sansürlü de olsa okunuyor, kitapları elden ele dolaşıyor. “En çok okunanlar” listesinde sık sık görmekteyiz onları. Okuyanların bazıları “ben de sosyalistim” diyor, parababaları düzenine karşı öfke hissediyor. Ama mesele olayları bilimsel bir tahlil içinde değerlendirmeye gelince, ya bunun gereklerini yerine getirilmiyor, ya da Emperyalizmin hazır olarak sunduğu – ve tabii ki lümpenliğe övgü edebiyatının da içinde olduğu – saçmalara doğru geçiş yapılıyor.  Bu durumu, gericiliğin moda olması şeklinde değerlendirebiliriz. Oysa Toplumsal Gerçekçilik “yenilgi yılları” içinde bile alan yaratabildi. “Babil artığı” bir aydın ortamında bile, Bilimsel Sosyalizmin gerekleri kısmen yerine getirilerek bu başarılmaktaydı.

Toplumsal Gerçekçiliğin, üstte güreşen konuma tekrar dönmesi, özellikle bugün daha da yükselen toplumsal tepkiler sürecinde hem olası gözüküyor, hem de bir ihtiyaç. Bu noktada sinemada ilk kıvılcımlar tutuştu (daha önce bahsetmiştik).

Peki, hangi ilkeleri benimseyerek bu gerçekleşecek? Bunun için nasıl bir sanatı savunduğumuzu aktarmamız gerekecek

Devrimci Nurullah Ankut, devrimci sanatı şöyle tanımlamakta;

“Biz tabiî ki devrimci olarak; devrimci sanatı savunacağız. Ama devrimci sanat dediğimiz zaman bu, bizim eylemlerimizde yaptığımız, konuşmalarımızda yaptığımız gibi sloganlar atan bir sanat olmaz tabiî. Öyle olursa duygular orada güme gider. Estetik değerler güme gider.  Devrimci ruh, sanat eserinde elmadaki koku gibi olacak.

Öylesine sinecek ki her tarafına eserin… O çığlık atmayacak, slogan atmayacak, bağırmayacak. Ama onu estetik bir haz alarak izleyen her kişi, o devrimci mesajı ruhunda hissedecek.” [3

Bir tarafı ile sanat, “ol” deyince olan bir şey değil, üretimi çok farklı bir süreci ve birikimi gerektirmekte. Bununla birlikte günümüzde kafadan silahsız hale getirilmiş ve en temel insanlık değerlerinden yoksun geniş yığınları dönüştürmeden, nasıl insanların yüreğine girebilecek? Gericilik kasırgasının estiği günlerde, insanlarda nasıl ihtiyaç yaratacağız? Nurullah Ankut, bu noktada bir çelişkiyi daha göze batırmakta

“Mesela Kıvılcımlı için “şair” dendi. Ben katılmıyorum Usta’mın şairliğine. Usta’m mantık ve bilim insanıdır. Şiirlerinde bir şiiriyet de göremiyorum ben. 

Marks’ın da şiirleri var. Orada da bir şiiriyet göremiyorum. 

Zaten iyi şair olursanız, iyi bilim insanı olamazsınız. Böyle bir çelişki var hayatta. Çünkü iyi duygu insanı olursanız, duygularınızın yönetiminde kalırsınız, etkisinde kalırsınız. Gerçeklerden koparsınız. Gerçeği tam olarak göremezsiniz, atlarsınız gerçekleri.” [4]

Bilim insanı ya da teorisyenin besinini aldığı düşünce ile sanatçının besini aldığı duygu arasındaki işbölümü ve kavrayış farkını, Hikmet Kıvılcımlı şu şekilde ifade etmekte;

“Bilimler de felsefeler de ince olsun kaba olsun, hep yüzeyde kalan duygulara kapılmaksızın düşünceye tutkun olurlar. Niçin? Çünkü duygular, kaynakları bakımından insanın dışında, yüzerinde kalan izlenimlerdir. Göze, kulağa, deriye, mukozaya dayanırlar. Canlılıkları, etkileri ne denli keskin ve çekici olursa olsun, duygular bir anlıktırlar. İnsanın o andaki durumuna bağlı kalırlar. O yüzden gelgeç, üstünkörüdürler. İnsanlar, hep geniş yığınların hayvanlaştırdıkları toplumlarda, çoğunlukla duygularla itilir ve kımıldarlar. O yüzden büyük çoğunluğa konuşan güzel sanatlar önemlidirler. Ancak duygu etkilerinin gelgeçlikleri, üstünkörülükleri, aldatıcılıklarıyla yarışabilirler.

Düşünce tutkunluğu bütün o duyguların yalnız bir kişide bıraktığı izlenimlerle yetinmez. Bütün bir toplum insanları üzerinde bıraktıkları izlenimleri de topyekûn karşılaştırıp eleştirir. O kadarla da kalmaz: İnsanlık yalnız belirli bir çağda yaşayan ve bir daha geri gelmemecesine yok olan bir varlık değildir. Her gün biraz daha genişleyen bir tarih ve tarih öncesi bin, milyon yıllar boyu var olagelmiştir, izlenimlenegelmiştir. Düşünce, yalnız bir kuşak insanın değil, bütün insanlık kuşaklarının toptan izlenimlerini tüm olarak karşılaştırıp eleştirir. Duygulara bakarak, düşüncenin, sürekliliği ve derinliği buradan ileri gelir.” [5]

Bir bedende iki biçimin yer alamadığı ortada. Spor güzelsanatında da bu böyledir, her sporun ayrı çalışma biçimleri, ayrı çalışma programları, ayrı vücut bakımları bulunmakta. Oysa diğer yandan biliyoruz ki yaşam, zıtlıkların birliği olarak ilerlemekte. Toplumsal Gerçekçiliğin beslendiği damar da her zaman bu birlik olmak durumunda.

Bu denklemde eksik kalan ve “tıkalı” olan damarı şöyle açıklayalım. Geçmişe dönüp baktığımızda, Toplumsal Gerçekçi sanatçıların büyük kısmı bir yığın örgütünde ya da bir partide örgütlü olduğunu görmekteyiz. Lenin tarafından “güzel sanat” olarak betimlenen devrimciliğin bir tarafı teoride, bilimsel yönde olmakla beraber, bir tarafı da yaşamın kendisinde. O yaşamı betimleyecek, hayal gücü ile öngörecek olan sanatçılar olmakta.

Bugüne baktığımızda sanatçılar böyle bir ortam içindeler mi? Örgütlü İşçi Sınıfı aydını, örgütlü sanatçı ile bilgilerini mihenk taşına vurabiliyor mu? Çok az örnek görebiliriz. 1950 öncesi Türkiye Komünist Partisi’nde, gericilik yıllarına rağmen böyle bir ortam vardı. Sonrasında TİP içinde çok sayıda sanatçı üye bulmak mümkündü. Bununla birlikte bugün örgütlü olmak, “günah” ile eş tutulmakta.

Aydın ya da sanatçı olunca örgütlü olmak ya  da taraf olmak, olguları kavramaya engel olarak görülmekte. Bu tip “Sınıflarüstücülük” torbasının içinden ise “lümpenliğe övgü” ve gerici bir tabaka olan lümpenliğin dileklerini dile getiren (Bu siyaset, bugün kendisini “New Green Deal” olarak adlandırılan bir başka tür “Feodal Sosyalizm” ile ortaya çıkarmakta)   “kimlik siyaseti” fışkırmakta. Oysa olguları kavramaya engel olan, tam da bahsettiğimiz organların olmaması ve bunların içinde bilgi aktarımının yapılmamasıdır. 

Sanatçı ile teorisyenin birlikte yer aldığı ortamlar hiç mi yok? Sağda solda gördüğümüz “Kültür Merkezleri” ne güne duruyor? Burada belirttiğimiz biçimin aksine, bu ilişkiyi karikatürize eden iki eylemliliği görüyoruz.

Birincisi; bilimsel olarak değerlendirilmesi gereken bir olayı sanat eseri üzerinden değerlendirmek. Antik çağlar açısından, bilgi kaynaklarının kıt olduğu süreçlerde sanat eserleri, tarihsel olayları öğrenmemize vesile olan kaynaklardan biridir. Bununla birlikte, yine de olayın kendisini sunmaz. Bahsettiğimiz durum bundan da vahim, yakın tarihe ait tartışmalarda Nazım Hikmet’in bir şiiri “kanıt” olarak sunulabilmekte. Daha yaygın bir örnekle, karşı devrimciliği teşhir edilen [6] George Orwell’ın kitabı ya da bir Aleksandr Soljenitsin safsatası, “eleştirel bir tarihsel kanıt” olarak sunulabilmekte. Sanatın teoriye tahakkümü ile hareket eden gruplar, maalesef az değil.

İkincisi; sanat eserini bir teoriyi kabul ettirme noktasında fazlasıyla didaktik (öğretici) bir biçime sokmak. Toplumsal Gerçekçi eserlerin tümünü bu kategoriye sokmak gibi bir genelleme de mevcut, bahsedeceğimiz örnek bu genellemenin yanlışlığı olmayacak (ki Toplumsal Gerçekçiliğin üstte güreştiği dönemlerde, “güzel sanat” niteliği ile kitlelere bilgiyi aktarabilen, dengeyi tutturabilen çok sayıda eser de mevcut). Bu biçimin varlığı, genel olarak sanatçıya “şöyle bir ihtiyaç var, buna göre eser üretilebilir mi” şeklindeki talep ile meydana gelmekte. Yani bir fikirden çok, bir “zor”u ön plana çıkaran bu tarz ile üretilen eserler, sanatsal olmaktan uzak hale gelmekte. Ülkemizde bu tip bir üretim çabası da mevcut, bunu da çeşitli politik sorunlardan dolayı yapmaktalar. Yine de tutarlı ya da “Toplumsal Gerçekçi” tarzı diriltecek bir yöntem değil.

Kısacası, ihtiyaç ortada. O ihtiyacın yakıcılığını da, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 1967 yılında, Dost Dergisi’ndeki yazısındaki satırları ile,tekrardan hatırlatalım;

“Türkiye ne Ankara’nın Kızılayından, ne de İstanbul’un İstiklâl Caddesinden ibarettir. Halkımızın durumu işte ortadadır. Verilen savaş bellidir. Her konuda, sessiz veya sesli bir ölüm-kalım savaşı içine girilmiştir. Sanatçının, edebiyatçının toplumda bir yeri, bir görevi varsa eğer, bu görevi yerine getirmenin günü çoktan gelmiştir. Emperyalist ülkelerin şımarık burjuva sanatına özenip, kişisel bunalım ürünlerini bu halkın önüne sanat diye, edebiyat diye sürmenin gereği yoktur.! Yan çizmekse, budur yan çizmek; kaytarmaksa, budur kaytarmak; sorumsuzluksa, budur sorumsuzluk.! Ben sanatçıyım, ben edebiyatçıyım diyen kişi, külahını önüne koyup düşünmeli, Kayacan’ın dediği gibi, yıkılmışsa yıkılmışlığını, yenilmişse yenilmişliğini, ezilmişse ezilmişliğini anlatmalıdır. Meyhane dırdırlarıyla, pastane fiskoslarıyla, ucuz kahramanlık masallarıyla geçirilecek vaktimiz yoktur. Bu halkın sanatçı adı altında, edebiyatçı adı altında birtakım kaytarıkları beslemeğe gücü kalmamıştır artık.” [7]

[1] Hikmet Kıvılcımlı – Dev-Genç Seminerleri, Derleniş Yayınları, sy. 93-96
[2] Taylan Kara – Orhan Kemal Roman Ödülü nasıl verilmemelidir? (Orhan Kemal’in anısına saygıyla)

[3] Nurullah Ankut – Edebiyata Dair, Derleniş Yayınları, sy. 32

[4] Nurullah Ankut – Lenin Sonrasının Marksizmi-Leninizmi Işığında Dünya ve Türkiye Cilt: V, sy. 181

[5] Hikmet Kıvılcımlı – Hegel ve Felsefe Notları, Nota Bene Yayınları, sy. 175-176
[6] Gerçek George Orwell[7] Bahsi geçen kişi, yazar Feyyaz Kayacan’dır. Made In Turkey, Tek Yayınları, sy. 228